MESSAGE FORUM 


ALLAH DOSTLARI VE TASAVVUF

ALLAH DOSTLARI VE TASAVVUF 

AHMET ŞAHİT YILDIRIMGİLLER

FORUM YÜREKLİİSTANBUL 2009

Selamun Aleyküm kardeşlerim
Allah dostları ve Tasavvuf isimli yazı dizisi 
Aşağıya alıntılanmıştır okuyunuz
Aşağıda alıntılanan aslında Osmanlı döneminde mevcut olan
Ancak Sebataizm ve Siyonizm dünyaya egemen olduktan sonra
Sembolik hale gelen tasavvuf'tur 
Yunus Emreye nakşedilen Yesevilik ile
Üveysilik veya Mevlevilik ile günümüzdeki tasavvuf farklıdır
Tasavvuf ikliminin içinede Sebataizm ve Siyonizm girdiğinden
Gerçek tasavvuf günümüzde mevcut değildir
Herşey siyonizmin varlığıyla aslından sapmıştır 
Körü körüne bazı Şeyh efendilere biat heryeri kaplamış
İctihat kapısı kapatılmaya çalışılarak
İslamın ve müslümanların
Fikir ve düşünce gelişiminin önüne set çekilmiştir  

ALLAH DOSTLARI  VE TASAVVUF

http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/1411174895_14.14.pdf

HAK DOSTU KİMDİR

http://www.islamveihsan.com/allah-dostu-kimdir-ve-nasil-olunur.html

 Hak dostları kimdir o zaman 

Hak dostları, tasavvuf yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, hem zâhir hem de bâtınını ikmâl etmiş ve kalbî merhaleler katederek dav­ra­nış mü­kem­mel­li­ği­ne ulaş­mış bahtiyarlardır

Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun ashâbını görebilme şerefine nâil olamayan bütün insanlar için fiilî ve müşahhas bir rehberdir 

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki : 

“Hak dostları ile, yani mânâ ehli ile beraber ol da, onlardan hem lûtuflar, ihsanlar elde et, hem de mânevî güç kazan, ilâhî muhabbetle genç, zinde ve dinç kal.” 

“Eğer sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan (diyor), yani nâdan olsan, gâfil olsan, bir gönül sahibine erişirsen, o zaman cevher, yani zümrüd, pırlanta ve elmas olursun (diyor). Hak dostlarının (sevgisini) gönlüne yerleştir. Âriflerin muhabbetinden başka bir şeye de gönül verme.” buyuruyor. 

HAK DOSTU NASIL OLUNUR 

Hak dostu olmak isteyenlerin başlıca hususiyetleri : 

‒ Mü’minin nefsiyle ilgili hususiyetleri var. 

‒ Cenâb-ı Hak ile ilgili hususiyetleri var. 

‒ Mahlûkat ile ilgili hususiyetleri var. 

‒ Mü’minin dünyaya karşı hâlindeki özellikler var. 

Mü’minin nefsiyle ilgili hususiyetleri : 

Demin okuduğumuz âyet-i kerîme : 

“(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen, «Ben müslümanlardanım.» diyenden kimin sözü daha doğrudur” (Fussilet  33) 

Müʼmin, mesʼûliyetini idrâk edip içinde bulunduğu hâli muhâsebe edecek. 

Zira Cenâb-ı Hak : 

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ 

“…O gün, verdiğimiz bütün nîmetlerden sorguya çekileceksiniz!” (Tekâsür  8 ) buyuruyor. 

İkincisi : 

Cenâb-ı Hak ile ilgili hususiyetler: 

Cenâb-ı Hak kuldan ne istiyor 

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ 

“…(Nereye gitseniz) ne­re­de ol­sa­nız, O si­zin­le beraberdir…” (El-Ha­dîd  4) 

Demek ki biz Cenâb-ı Hakʼla ne kadar beraberiz 

Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmenin gayreti içinde olmamız. 

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ 

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur!” [Ra’d  28]) 

Öyle bir huzura varabilmek.

Yine Cenâb-ı Hak şah damarından yakın olduğunu bildiriyor. Biz ne kadar yakınız 

Şiblî var Allah dostlarından. O bir mecliste bulunur. Mecliste :
“Allah şunu soracak, bunu soracak…” filân, birtakım orada bir sohbetler oluyor.
 

Şiblî diyor ki: 

“Allah sana ilk defa şunu soracak: «Kulum! Ben dünyada seninle beraberdim. Sen kiminle beraberdin»” 

Yaratan, ihsân eden, ikrâm eden Cenâb-ı Hak soracak. 

Demek ki Cenâb-ı Hakʼla olan münâsebeti… Kul ne kadar, hâlimiz, ibadetimiz, tâatimiz, muâmelâtımız, ahlâkımızla Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabiliyoruz 

Müʼminin mahlûkat ile ilgili hususiyetleri: 

Yine okunan âyet: 

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde sav!..” (Fussilet  34) 

Müʼmin ne olacak
Berraklaşacak, şeffaflaşacak, yağmur suyu gibi olacak. Tertemiz olacak. Affedici olacak.
 

“…Seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan sana bir dost oluverir.” (Fussilet 34) 

Müʼminin dünyaya karşı hâlindeki özellikler: 

Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak. Nefsânî arzularından vazgeçecek, Rabbine güzel bir kul olabilmenin gayreti içinde olacak. 

TASAVVUF  

Peygamber Efendimiz zamanında zühd, takvâ ve ihsan diye ifade edilen kalbi duyuşların hepsine, daha sonra “tasavvuf” ismi verilmiştir. Bunlar aynı mânâyı ihtivâ eden değişik lâfızlardır. Yani tasavvuf, kalbin safâya erebilmesi, Cenâb-ı Hak’la huzur bulabilmektir. Cenâb-ı Hak: 

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ 

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur!” [Ra’d, 28]) 

Cenâb-ı Hakʼla bir huzur bulabilmektir. 

Tabi birkaç tarif yapılmıştır: 

“Takvâya erebilme sanatıdır.” 

“Hayatta med-cezirlere takılmama sanatı.”

 “Değişen şartlar altında Allah’tan razı olabilme sanatı.” 

“Güzel ahlâka kavuşabilme sanatıdır.” 

En mühimi: 

“Şikayeti unutma sanatıdır.” 

ظَلُومًا وَ جَهُولًا Cehâletten ve kendine zulmetmekten kurtulma gayretidir. 

Biz bu hikmetli öğütlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hadîs-i şerifiyle kendimizi bir mîzân etme durumundayız. 

Efendimiz buyuruyor ki: 

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar hayra kilittirler.

 Allâh’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allâh’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19; Beyhakî, Şuab, I, 455) 

Demek ki, acaba, kendimizi bir mîzân etmemiz lâzım, bize ne kadar hayrın anahtarı elimizde, ne kadar şerrin anahtarı
Ne kadar hayra doğru gidiyor, ne kadar şerre doğru Mîzân etmemiz…

 İKİ KİŞİYE GIBTA EDİLİR 

Efendimiz yine buyuruyor: 

“Yalnız (şu) iki kişiye gıpta edilir: 

Biri, Allâh’ın kendisine (ihsân ettiği) Kurʼân-ı Kerîm verdiği kişidir. O kişi, gece gündüz Kur’ân ile meşgul olup (Kurʼânʼla yaşar, Kurʼânʼla) amel eder. Diğeri de kendisine mal verildiği kimselerdir ki (Allah bu malı bana niye verdi, der, başkasına vermedi, bu da malını kullanmayı bilir. Malı Allah yolunda) infâk eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267) 

Mal benim demez, mal Rabbimindir der. 

EFENDİMİZ’İN BİR DUÂSI 

Yine Efendimizʼin bir duâsı
Tabi bu, menfîden başlıyor. Neyle telâfî edilecek; takvâ ile telâfî edilecek :
 

“Allâh’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten, icâbet edilmeyen duâdan Sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73) 

Demek ki bu dört tane şeyden kaçınmalı: 

İlim, beni Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştırıyor mu bildiğim şeyler, yoksa dünyevî menfaatlere mi döndürüyor
Ne kadar
 

Huşû duymayan kalpten: Ne kadar bir vecd, bir duygu derinliği içindeyiz 

Doymak bilmeyen nefisten: Nasıl bir ihtiras var mı, yok mu? Ne durumdayız 

İcâbet edilmeyen duâdan: Dil söylemiş ama kalp Allahʼtan uzak. Onun demek ki faydası yok. Bu hâlden, Rasûlullah Efendimiz; “Yâ Rabbi! Sana sığınırım.” buyuruyor. 

DİYERGAM İNSANIN HÂLİ 

Efendim, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼtan bir nükte. Diğergâm insanın hâlini bildiriyor Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: 

“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır (buyuruyor. Yani bu, diğergâm bir gönlü bildiriyor. Demek ki biz ne kadar, bizde bu hisse var):

 Birincisi: Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman (onun kurtuluş yoluna girmesinden haz duyarak) sevinen kimse. 

İkincisi: Günahkârların affı için Rabbine yalvaran. (Kendine yalvardığı gibi günahlarının affına, diğer bütün müʼminler için de yalvarıyor mu? Yani merhameti nereye kadar? Yalnız kendine mi)

Üçüncüsü: Din kardeşine gıyâbî duâ eden. 

Dördüncüsü: Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan kimse.” 

Demek ki o kişi bana zimmetli. Nedir bu İctimâîleşme. Ferdî ibadetlerin başında “namaz” gelir, ictimâî hizmetlerin başında da “hizmet” gelir. Kendimiz için istediğimizi, diğer din kardeşimize de ikram edebilmek. 

EBÛ BEKİR EFENDİMİZ’İN NASİHATLERİ 

Ebû Bekir Efendimizʼin Hazret-i Ömer Efendimizʼe bir nasihati var: 

“Ömer! (Diyor.) Cenâb-ı Hakk’ın senden gündüz yapılmasını istediği ameller vardır, onu gece kabûl etmez; gece yapılmasını istediği bir amel vardır, onu da gündüz kabûl etmez” 

Demek ki gündüzle gece, bilhassa seherlerde ne vazifemiz var Nasıl bir seher yaşayacağız? Nasıl bir duyuşlarımız artacak Nasıl Cenâb-ı Hakʼla bir beraber olacağız? Onu gündüz yapsak olmaz. O tarâvet, o güzellik olmuyor. Cenâb-ı Hak da bizi seherlerde davet ediyor: 

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ 

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor. 

Yine Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz: 

“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzeline, daha öteye gitmeye gayret et..”

Müʼminin ufku, hayırda ufku olacak… 

ÖMER EFENDİMİZ’İN NASİHATLERİ 

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor: 

“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” 

Tabi bunu usûlüyle haber verir. Samimiyetle haber verdiği zaman tesir eder ona kusurlarını bildirdiği zaman. 

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfe oldu, hutbeye çıktı: 

“Cemaat! (Dedi.) İçinizde en hayırlı ben değilim (dedi). Fakat (dedi), bana (dedi), yardımcı olun (dedi). Eğer bir hata işlersem beni îkaz edin.” 

Bu sırada bir bedevî kalktı, çölden gelmiş bir bedevî, belki yeni müslüman olmuş: 

“‒Ömer! (Dedi.) Hiç merak etme (dedi). Kılıcını çekti, şöyle bir salladı. Hiç merak etme, eğer sen yamulursan (dedi), seni bu kılıcımızla biz doğrulturuz.” dedi. 

Ömer -radıyallâhu anh- elini açtı: 

“Yâ Rabbi! (Dedi.) Beni îkaz edecek bir ümmet verdin.” buyurdu. 

Demek ki kardeşlerimizin de yanlışlarını tenhâ bir yerde, latîf, güzel bir lisanla “قَوْلًا لَيِّنًا (Bkz. Tâhâ, 44)” onları bir îkaz etmemiz lâzım. 

Diğer bir husus: 

Bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birisinden sitâyişle bahsediyordu. Medhediyordu onu. Hazret-i Ömer ona üç soru sordu: 

“‒Onunla bir yolculuk yaptın mı?” dedi. Tabi o zaman zor yolculuk, çöl yolculukları. 

Adam “hayır” dedi. 

“‒Ticaret gibi bir alışverişte bulundun mu?” dedi. Yani ictimâî bir muâmelede bulundun mu

Adam yine “hayır” dedi. 

Üç: 

“‒Peki ona sabah-akşam komşuluk ettin mi ” dedi. 

Adam “hayır” dedi. 

Bu üç soruya da “hayır” deyince, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: 

“‒Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim ki, sen onu tanımıyorsun!” buyurdu. 

Demek ki bu çok mühim. Çünkü Cenâb-ı Hak, meselâ namazı, öyle bir namaz olacak ki, huşû veren bir namaz istiyor. 

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ buyuruyor. “Yazıklar olsun o namaz kılana.” (el-Mâûn, 4) buyuruyor. 

Demek ki namazın, orucun vs. onu bir huşû derecesini bilemiyoruz. Esas kul, muâmelede ortaya çıkıyor kulun karakteri ve şahsiyeti. 

Yine bu, anne-babalar için mühim bir tavsiyesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın: 

“İnsanları düzeltmeniz için önce kendinizi ıslah edin. İnsanların en câhili, kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır.” 

Bu da çok mühim. Yani yavrularımıza güzel bir, annenin-babanın güzel bir numûne olabilmesi lâzım. Sonra yapar, sonra eder dediği zaman, ana-baba o yavruyu kaybediyor. 

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: 

“Çok konuşan, yanılır. 

(Rasûlullah Efendimiz; 

“Ya faydalı söyle, yahut da sus.” buyuruyor. [Müslim, Îmân, 77]) 

Çok yanılan kimsenin, hayâ duygusu azalır. Hayâ duygusu azalan kimsenin, günah ve harama düşme endişesiyle şüphelilerden sakınma titizliği kaybolur. Şüphelilerden sakınma titizliği kaybolan kimsenin de kalbi ölür.” buyuruyor.

Hz.Mevlana Celaleddin-i Rumi k.s buyururki " Tasavvuf  : kalp kırmadan teblig sanatıdır " 
 

HZ.MEVLANA VE TASAVVUF

http://www.kerimkara.com/gonul-bir-aynadir.html


Yrd. Doç. Dr. Kerim Kara

Kişisel İnternet Sitesi 

Gönül Bir Aynadır

Yazar: Kerim Kara
Yayın zamanı : 30 Aralık 2008

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp – Gönül

1. Gönül bir aynadır.

Diğer tasavvuf erbâbı gibi Mevlânâ da vecd hâlinde gördüğü hakîkatleri ifâde etmek için semboller kullanmıştır. Ne batıda ne de doğuda onun kadar zengin ve parlak semboller kullanan bir başka mistik şâir yoktur. Mevlânâ’yı diğer sûfîlerden ayıran özellik eserlerinin sembollerle dolu olması, sembol ve remizleri kullanmakta çok mâhir olmasıdır.[1]

Mevlânâ Mesnevî’de gönlü çeşitli benzetmelere tâbi tutmuştur. Bunlardan en önemlisi “ayna” benzetmesidir. Gönül aynası pek çok yönüyle ele alınmıştır. Bilindiği gibi “ayna” remzi tasavvufî düşünce sisteminin en temel esaslarından birisidir. Tasavvufta “Ben bir gizli hazîne idim, bilinmekliğimi murat ettim de halkı yarattım” hadîs-i kutsîsinden hareketle âlemin, Hak Teâlâ’nın esmâ ve sıfatlarının zuhûr ettiği bir ayna olduğu kabul edilir. Ahmet Avni Konuk “Tabîat, mertebe-i ilâhîde sâbit olan esmâî sûretlerin intibâına (basılmasına, şekil ve sûretinin görülmesine) müsâit bir aynadan başka bir şey değildir. Ve o aynanın vücûdu dahî, zât-ı latîfe-i Hakk’ın kesâfeti ile mevcut olduğu için zâhirdir” der.[2] Bu kutsî hadis gereğince âlemin yaratılışında “muhabbet”, “zuhûr” ve “mârifet” bulunduğundan ve mârifetin kemâlinin ise ilâhî sûreti kabûle müsâit bir endâm aynası ile mümkün olduğundan, zât-ı ulûhiyyetin latif vücûdu bu ilâhî sûretin izini kabul edebilecek bir mertebeye inmiştir ki, bu mertebeye “âlem-i şehâdet” denir. Âlem-i şehâdet her ne kadar, ilâhî isimlerin ahkâm ve eserlerinin zuhûruna müsâit ise de, tamâmıyla mücellâ (cilâlı, parlak) bir ayna olmadığından, ilâhî sûretler onda kemâliyle zâhir olmaz. Bundan dolayı âlem-i şehâdetten Hz. Âdem’in yaratılması ve zuhûru, onun cilâsı mesâbesinde vâki olmuştur. Böylece âlem, Hz. Âdem’in vücûduyla bir mir’ât-ı mücellâ (cilâlı bir ayna) olduğundan Hakk-ı mutlak onda, ilâhî sûretlerini müşâhede eder. Fakat bu müşâhede, uzaktan ve kendi vücûdunun hâricinde vâki olan bir şeye nazar ile elde edilen temâşâ kabîlinden değildir, belki bütün zerrelerde bizzat zuhur ve huzur ile olan bir zevkî müşâhededir.[3]

Âlemlerin herbiri ayna olmakla berâber kemâliyle parlak ve cilâlı değildir. İlâhî sûretlerin aksini kemâliyle kabul edecek ve en açık bir biçimde gösterecek ayna, bu âlemde insandır; ve insan bu sebepten numûne-i ilâhîdir.[4] Mevlânâ Fîhi mâ Fîh’te şu şiire yer vermiştir:

Ey insan, sen nâme-i ilâhînin nüshasısın. Cemâl-i şâhînin âyinesi sensin. Âlemde her ne varsa, senden hâriç değildir. Dilediğin herşeyi kendinde ara; zîra hepsi sensin.[5]

Mutasavvıflara göre Hak Teâlâ kendi nisbetleri ve şuûnâtı (işleri) olan esmâ-i bî-nihâyesinin (sonsuz isimlerinin) “ayn”larını (özlerini, hakîkatlerini) görmek dilediği vakit, onları suver-i mün’akisi (akseden sûretleri) olabilecek aynanın vücûdunu iktizâ etti; bu aynaya muktezî olan eşyâyı hazırladı. Mertebe mertebe “âlem-i şehâdet”e tenezzül etti ve âlem-i yarattı. Âlem, cilâyı kabul edebilecek bir ayna idi. Onda Hz. Âdem’i yaratmakla “âlem aynası”nı cilâlı kıldı. Zîra Hz. Âdem, esmâî tecellîlerin bütün hepsini cümlesini kabûle istîdatlıydı. Taayyün âleminde, onun taayyünü gibi mükemmel ve makbul bir taayyün yoktur. Ve mazhar-ı Âdem’de müteayyin olan ancak Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını mir’ât-ı Âdem’de kemâliyle müşâhede eder. Binâenaleyh Hz. Âdem cümle mertebeleri câmidir. Bu sûretle kemâl-i isticlâ (Zât-ı Hakk’ın kendi zâtı için taayyünâtında zuhur etmesi) Hz. Âdem’in vücûduyla hâsıl olmuş olur.[6]

Binâenaleyh insan, Hakk’ın en kâmil tecelîgâhıdır, çünkü o, “en değerli özet”tir, “câmi varlık”tır. O, varlığının aynasında büyük âlemin ya da esmâi ve sıfâti ilâhi mertebenin kemallerinin yansıdığı küçük âlemdir. Bunun için bütün yaratıklar içinde sâdece insan, Allah’ın halîfesi olmayı hak etmiştir. Bilindiği gibi tasavvufta bir ideal insan arayışı vardır. İnsanlığın idealize edilmesi, muhakkak ki onun mâhiyetini bulmak için denenmesi gereken yollardan biridir. Seçkin kişilerde tecellîsi mümkün gösterilen, insanlığın idealize edilmiş mâhiyeti olan “insan-ı kâmil”, İslâm tasavvuf düşüncesinin özünü teşkil eden bir konudur.[7] O halde “İnsan- ı kâmil”, -ona Âdem ile işâret edilmiştir- en üst mertebesinde beşer cinsidir; aklî, rûhî ve maddî bütün varlık kemalleri sâdece onda toplanır. İnsan-ı kâmil İbn Arabî’nin pek çok ifâdesinde beşer cinsiyle eşit anlamda kullanılsa bile, gerçekte, insanlığın en üstün mertebeleri için geçerlidir, bu da, peygamberlerin ve velîlerin mertebesidir. Mutlak anlamda bu kimselerin en kâmili, Hz. Peygamber’dir (a.s.). Bu, resul olarak gönderilen “Muhammed peygamber” değil, “Hakîkat-i Muhammediyye” ya da “Rûh-i Muhammedî”dir. Çünkü o, zât-ı ilâhiyyenin isim ve sıfatlarının en kâmil mazharıdır.[8]

Gönül bir ayna ise temiz olması gerekir. Ayna temiz olursa elde edilecek görüntü de net olur, güzel olur. Temiz aynadan elde edilen görüntü herhangi bir şüpheye yer bırakmaz. Bunun gibi gönül aynası da temiz olmalıdır. Tasavvufta önce tasfiye sonra tahliye (süsleme) vardır. Tarîkatlere ilk girişte sâlikten tevbe alınır, bu en büyük temizliktir. Geçmişin bütün kötü hâtıralarını silip süpürmeyi hedefler. Mevlânâ’ya göre gönül aynası, dünyâ sevgisi, mal-mevki hırsı gibi mânevî tozlardan temizlenirse onda hem yaratılanlar hem de Yaratan görülebilir.

Beyit: Kimin cânı şehvetten, hiddetten, nefsânî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çarçabuk görür.[9]

Beyit: Gönül aynası dünyâ sevgisi tozundan, nefsânî arzulardan temizlenir, pak ve saf bir hâle getirilirse, orada su ve toprak nakışlardan başka şeyler görürsün.[10]

Bir ayna olan gönül, şâyet temizlenir, saf bir hâle getirilirse onda hakîkat sırları seyredilir. Madde âlemine âit görüntülerin ötesinde ilâhi âleme âit hikmetler de müşâhede edilir. Mutasavvıfların görmeden kasdı kalbî bir görüştür, yâni basîrettir. Gönüllerinde yaşadıkları mânevî lezzetlerdir.

Gönlü kirleten en önemli kirler; hiddet ve şehvettir. Abdullah b. Hubeyk’ten şu söz rivâyet edilir; “Ekseriyâ insanın başını derde sokan şu dört şeydir; gözün, dilin, kalbin, arzun… Kalbine dikkat et! Gönlünde hiçbir müslüman için kin ve haset hissi bulunmasın.”[11] Gönlünü hiddet ve şehvet duygularından arındıran kişi Allah’ın hikmetini, kudretini ve yaratma gücünü görebilir. Mekke fethedilince nasıl oradaki putlar kırılıp Kâbe temizlendi ise insanlar da nefisle mücâdele edip gönüllerini işgal eden kibir, hırs, şehvet ve kin putlarını kırıp yerine sevgi, şefkat, tevâzu tohumlarını ekebilirse gönlünü temizlemiş olur.[12]

Her insanda bir gönül aynası olduğuna göre, onun temiz olması insanın elindedir. Eğer insan gönül aynasını temiz tutmaya gayret ederse Allah ona yardım eder. Sûfîler demiştir ki “Kul kalbi ve irâdesiyle ahlâkını düzeltmek için çalışıp, fenâ huyları kendisinden defetmeye uğraşırsa, Allah ona ahlâkını güzelleştirme imkânını lütfeder.[13] Gönlü en temiz olan kişi insan-ı kâmildir. Ona bakanlar onda Hakk’ı görürler. İnsan-ı kâmilin gönlü o kadar temiz bir hâle gelmiştir ki kötü huylardan etkilenmez.

Beyit: Gönül aynasında hem resmi, nakşı görürsün; hem de resmi ve nakşı yapanı; hem devlet, saâdet yaygısı seyredersin; hem de onu yayanı ve döşeyeni.[14]

a. Yüz gönülde olanı yansıtan bir aynadır.

Mevlânâ gönülde mevcut olan duygu ve düşüncenin sâhibinin yüzüne yansıdığını söylemektedir. Yâni yüz, anlayan için gönlün aynasıdır, gönülde olanı dışa aksettirir. Mürşid-i kâmil, yüzlerine bakmakla insanların durumunu anlayabilir. Tasavvufta nazarın önemli bir yeri vardır. Sâlih kimselere sâdece bakmak bile insana iyi hal kazandırır. Dıştan dışa bakmak bile, bakılan kimsenin ahlâkının dışıyla münâsebetinden dolayı, bir tesir bırakır.[15] Mürşidin nazarı güneş ışığı gibidir, müritlere mânevî bir gıdâdır onları terbiye eder, yetiştirir. Aynı zamanda hiçbir şeyi karanlıkta bırakmaz, olduğu gibi açığa çıkarır. Bu sebeple insan-ı kâmil olanın gözü yüze odaklanmıştır. Çünkü o, karşısındakinin yüzünden gönlünde olanları anlayabilir.

Beyit: Cenâb-ı Hak, yüz için “bildirici” adını takmıştır. Bu sebepledir ki ârif kişinin gözü, hep yüze dalmış gitmiştir.[16]

Nitekim Kur’ân’da da bu yönde âyetler mevcuttur. “Allah, bir olarak anıldığı vakit, âhirete inanmayanların kalpleri tiksinir. Ama Allah değil de putlar anılsa, hemen yüzleri güler.” (Zümer, 39/23)

Beyit: Yüzün rengi, gönül hâlini bildirir; “Acı bana, sevgimi gönlünde tut” demek ister.[17]

b. Gönül, bakanın kendini gördüğü bir aynadır.

Mevlânâ “Ayna herkesin kendisini içinde gördüğü bir şeydir” demiştir.[18] Başka bir yerde şöyle demektedir; Eğer din kardeşinde bir ayıp görürsen, o ayıp sendedir, halbuki onda görürsün. Âlem ayna gibidir, kendi nakşını onda görürsün; çünkü “Mü’min mü’minin aynasıdır” buyrulmuştur”[19]

Mevlânâ “Hakk’ın velîleri”ne çok büyük değer verir. Ona göre velîlerin gönülleri Hakk’ın kudret eliyle cilâlanmış aynalardır. Çünkü onlar kendilerini tamâmen Hakk’a teslim etmişler, kendi benliklerini yakıp yok etmişlerdir. Yâni Hakk’a kendileri arasına girebilecek nefsânî perdeleri çekip kaldırmışlardır. Kendilerinde kendiliklerinden herhangi bir tasarruf yoktur. Velîler Hakk’ın kudret eliyle cilâlanmış aynalar olduğu için iyi olsun kötü olsun herkes onlara baktığında kendini görür. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled de bu konuda şunları söyler; “Evliyânın bir takım makamları vardır. İlk makamat, mücâhede ve riyâzette bulundukları zaman bir ayna gibi parlak olur ve insanların kalpleri ve halleri bu aynada görünür; fakat bunları halk görmez, ancak bu makama erişenler görebilir ve bilebilir.”[20] Velîlerin hâlini anlamayıp, onları gördüklerinde kinleri artanlar, hiddetten çatlayacak hâle gelenler kusuru kendilerinde aramalıdır. Çünkü bu kin ve düşmanlık kendi gönüllerinden dışarı taşmaktadır. Dolaysıyla velîlere düşmanlık edip onları ayıplayanlar aslında kendi noksanlarını görmektedirler fakat farkında değillerdir. Bunun en bâriz misâli Hz. Peygamber (a.s.) ve o devirdeki muhâtaplarıydı. Hz. Muhammed’i (a.s.) Ebû Bekir ve müslümanlar gördüğünde yaşadıkları ruh hâliyle Ebû Cehil ve müşriklerin yaşadığı ruh hâli birbirine tamâmen zıttı. Hz. Muhammed’i (a.s.) gördüklerinde mü’minlerin gönlü öylesine rahatlayıp hafifliyordu ki âdetâ uçacak hâle geliyorlardı. Ama müşriklerin sadrı öylesine daralıp sıkışıyordu ki neredeyse göğüs kafesleri çatlayacak hâle geliyordu.

Beyit: Hz. Muhammed (a.s.) buyurdu ki, “Ben, Hakk’ın kudret eli ile cilâlanmış bir aynayım. Türk olsun, Hindli olsun, bana bakar, kendi nasılsa bende kendini öyle görür.[21]

Beyit: Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet dumanından arınmış olduğu için, nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kudretini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüklere sevkeden, nefsânî isteklerdir.[22]

Ebu’l-Hasan Nûrî “Hak Teâlâ bütün kalplere nazar kıldı, kendisini görmeye Hz. Muhammed’in (a.s.) kalbinden daha çok şevk ve özlem duyan bir kalp bulmadı. O sebeple Allah’ı görme ve O’nunla konuşma hâlini çabuklaştırmak için kendisine Mîraç yapmayı nasip eyledi” demiştir.[23]

Beyit: Kemâl sâhibi velîlerin gönülleri Firavunların, îmansız kişilerin canlarını kendilerinden uzaklaştırınca onlar, sapıklık içinde kalırlar.[24]

c. Gönül bir hikmet aynasıdır; insan gönlünden aksedenleri kendinden bilmemeli, çünkü onlar Hak’tandır.

Mevlânâ ucub, kibir gibi terimlerle ifâde edilen kendini beğenme, kendinde bir varlık görme hâlini seyr-i sülûkte önemli bir tuzak olarak görür. Çünkü bu tuzak oldukça mâsum örtüler altında gizlidir. Sâlik günahlardan uzak durması, kendisine târif edilen zikirleri yapması vb. görevleri yerine getirmesi netîcesi gönlünün temizlendiğini hisseder. Daha önce tatmadığı zevkleri tatmaya başlar. Gönlüne ve diline bir takım hikmetler gelmeye başlar. Bu noktada bâzı sâlikler yolun sonuna geldiklerini zannederek mürşitlerinden uzaklaşırlar. Halbûki yolun henüz başındadırlar, ancak aldanmışlardır.

Beyit: Bir velînin kitâbını okudun, sözlerini duydun, gönül evi kendinde bir nur bulmuştur. Ama, bu nur o evi çok aydınlık olan komşudan gelmektedir.

Beyit: Allah’ın lûtfu eseri, sana gelen nurdan, gönlünde bulduğun mânevî zevkten ötürü gurûra kapılma; bunu verdiği için Allah’a şükret, sözüme kulak ver, sakın ha kendini görme, kendini bir şey sanma![25]

Bir velînin yanında bulunmak, onun eserlerini okumak, sohbetlerini dinlemek çok önemlidir. Mânevî ilerlemede pek büyük ehemmiyeti vardır. Tasavvufta hallerin insandan insana geçiciliğine önem verilir. Bu sebeple Kur’an’daki “Sâdıklarla bir olunuz” (Tevbe, 9/119) emrini titizlikle riâyet edilir. Ancak Mevlânâ burada bir başka konuyu gündeme getiriyor; insan-ı kâmilin yanında bulunan kişiye de hallerin geçiciliğinden dolayı bâzı ilhamlar gelebilir. Çünkü Hak Teâlâ o yakınlığın hürmetine ona da bâzı ikramlarda bulunur. Eğer kişi bu ilhamları kendinden bilip gurûra kapılırsa kaybeder. Zîra o ilhamlar o velînin himmetiyle Hak’tan sâlike bir ikramdır. Nitekim Mevlânâ Hz. Peygamber’in (a.s.) vahiy kâtiplerinden birisinin bana da vahiy geliyor diye İslâm’dan uzaklaştığını haber verir.

Beyit: Hikmetin gönlüne aksedişi, o kötü huylu kâtibi yoldan çıkardı. Sen de kendini görme, kendinde bir şeyler bulma da, bu görüşün seni yoldan çıkarmasın.

Beyit: Kardeşim, gönlünde buldukların, sana akıp gelen hikmet, güzel duygular, mânevî zevkler senin değildir. Abdalın yâni bir velînin himmetidir. Bu duygu sana eğreti olarak verilmiştir.[26]

Beyit: Yüzlerce yazıklar olsun, yüzlerce eyvahlar olsun, kendisine akseden bu eğreti hâli, bu eğreti hikmeti kendinden bilmiş ve Hak kapısından uzaklaşmış kişiye, ümmetlere…

Beyit: Ben hangi makamda, hangi mertebede olursa olsun, kendini hakîkat sofrasına ulaşmamış ve Allah’a yakınlık nîmetine ermemiş gören kişinin, kuluyum, kölesiyim.[27]

d. İnsan gönlünün bir ayna olması için gayret göstermelidir.

İnsan madde ve mânâdan mürekkep bir varlıktır. Topraktan yaratılan maddî bünyesi, yâni et ve kemik olarak görünen yönü, aşağı âlemlerden olması hasebiyle madde âlemine âit bir takım süflî duygularla kirlenmektedir. Meselâ bencillik, makam ve mevki hırsı, kendini beğenme vb. duygular zaman zaman sâliklerde ortaya çıkmaktadır. Böyle bir hal tasavvuf yolcusu için tam bir felâkettir, çünkü bu duygular nefs-i emmâreyi besleyip güçlendirir. Nefse âit duygular beslenip geliştikçe rûhî kuvvetler zayıflar. Şâyet maddeden gelen ve gönlünü saran kir temizlenmezse ruhlar karanlıklarda kalır.

Mevlânâ’ya göre gönlün temiz kalabilmesi için ilk önce insanın tasavvur dünyâsının da temiz olması lâzımdır. Muhayyilenin gönül üzerinde etkisi büyüktür. Çünkü hayal gücü, gönlü besleyen önemli kaynaklardan birisidir. Sultan Veled’in muhayyile hakkındaki kanâatleri şöyledir; Muhayyile veyâ müfekkire kuvveti denilen başka bir kuvvet daha vardır. Bunun yeri beynin ortasındadır. Bunu vazîfesi bakımından bir terziye benzetmişlerdir. Bir terzi nasıl elbiseleri ölçer, biçer ve bunlar arasında bir ölçü kurarsa bu kuvvet de sûretler hazînesinden sûret, mânâ hazînesinden de mânâ alarak, bunlar arasında ölçüler kurar. Meselâ bir hayvanı “Başı öküz başı, ayağı deve ayağı, kanatları kuş kanadı ve kuyruğu” diye tasvir eder. Dışarıda böyle bir sûret yoktur. Fakat o, her bir sûretten bir parça küçük bir hayvan vücûda gelmiştir. Bu kuvvet, sultânına hizmet eden bir vezir gibi, dâima aklın hizmetindedir. On duygu, idrâk ettikleri her şeyi buna arzederler, bu da akla arzeder. Aklın kabul ettiği her şeyi kabul, reddettiği şeyleri de reddeder.[28] Muhayyilede canlandırılan sûretler gönlü kaplar, orada yerleşir ve zamanla gönül onları benimser. Bir başka ifâdeyle hayal gücü, gönül aynasına çıkacak düşüncelerin toplanıp hazırlık yapma odasıdır denilebilir. Şu halde hayalde canlandırılan duyguların cinsi pek önemlidir. İnsan iyi şeyler düşünüp iyi şeyler kurgulamalıdır. Kısaca söylemek gerekirse hayâlde dönüp dolaşan sûretler rahmânî kaynaklı olmalıdır. Çünkü zihninde güzel şeyler kurgulayanlar güzel şeylerle karşılaşırlar, kötü şeyler kurgulayanlar kötü şeylerle karşılaşırlar.

Beyit: Gönlün güzel şekillerle, sûretlerle dolu bir ayna olsun; orada her yanında gümüş bedenli bir güzel görürsün!

Beyit: Ey insan! Topraktan yaratılmış olduğun için, senin varlığın da demir gibi kapkara, paslı bir bedenden ibâret! Onun için, kendini Allah’ın zikrinin nûru ile cilâlandır, cilâlandır!

Beyit: Topraktan yaratılmış beden de, etten ve kemikten ibârettir; kabadır, kesiftir! Ama sen, onu da, Allah’ı zikrederek cilâla, o da demir gibi cilâ kabul eder!

Beyit: Onu cilâla da, orada gizlilik âleminin (gayb âleminin) şekilleri yüz göstersin; oraya hûrilerin, meleklerin akisleri vursun! [29]

Mevlânâ bir hikâye anlatır. Bu hikâyede ressamlıkta iddialı iki zümre konu edilir. Bunlar Çinli ressamlar ile Rum yâni Anadolu ressamlarıdır. Her ikisi de, biz daha usta sanatkârız, derler.

Zamânın hükümdârı, bu iki grubu yarıştırmak ister. Büyük bir salonun duvar süslemeleri yapılacaktır. Dikdörtgen bir salon tam ortasından bir paravanla bölünür. Böylece etkileme ve kopya önlenmiş olur. Salonun bir bölümü Çinli ressamlara, öteki bölümü Anadolu ressamlarına verilir. Hazîne kendilerine açılmıştır, istedikleri kadar malzeme kullanırlar. Kendi bölümlerini fevkalâde güzel resimlerle donatırlar.

Bu sırada Anadolu’lu ressamların yaptığı ise, kendilerine âit bölümün duvarlarını iyice temizleyip, durmadan cilâlamak ve parlatmaktan ibârettir. Sonunda aynalardan daha parlak hâle getirirler.

Verilen süre bitince, pâdişah ve jüri üyeleri önce Çinli ressamların eserini görürler ve çok beğenirler; gerçekten de çok göz alıcı ve güzel şeyler yapmışlardır.

Sıra Anadolu’lu ressamların eserini görmeye gelir. Onlar, önce iki bölümü ayıran aradaki duvarın kaldırılmasını isterler. Paravan kalkar, görülür ki, manzara tek kelime ile hârikadır. Karşı taraftaki resimler olduğu gibi, pırıl pırıl parlatılmış duvara aksetmektedir. Üstelik, bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrârengiz kazanmış olur. Böylece sonunda büyük ödül Anadolu’lu ressamlara verilir.[30]

e. Gönül sâhibi, altı tâne yüzü olan bir aynaya benzer, Allah altı yöne de o aynadan bakar.

Mevlânâ’ya göre gönül sâhibi, yâni insan-ı kâmil diğer insanlardan çok farklıdır, mânen çok mükemmeldir.[31] Onu sâir insanlardan ayıran en belirgin vasfı tek boyutlu olmamasıdır. Diğer insanlar olayların mânevî yönünden haberdar olmadıkları için maddî ve mânevî ikili bakış açısından sâdece maddî olanına sâhiptirler. Dolaysıyla eşyâ ve olayları sâdece akıl ve duyu organlarının yardımıyla algılayıp değerlendirirler. İnsan-ı kâmil ise her iki bakış açısına da sâhiptir. Çünkü o, insan-ı kâmil olması hasebiyle Hakk’ın yeryüzündeki halîfesidir. Hadîs-i şerifte de ifâde olunduğu gibi mânevî terakkîsinin sonunda “Hakk’ın gözü ve kulağı”[32] olur. Bu sebeple insan-ı kâmilin meselelere bakışı ve yorumlayışı diğer insanların kavrayış ve idrâkinden fevkalâde üstündür. Diğer insanlar duyu organlarının sınırlı imkânlarıyla ve sağ-sol, ön-arka ve yukarı-aşağı gibi yönlerdeki konumlarına göre bilgi elde ederler ve ona göre hakîkate ulaştıklarını zannederler. Hiçbirinde altı yönü birden kuşatan bir bakış açısı olmadığı için vardıkları sonuçlar tam ve mükemmel değildir. Algılamalar ve yorumlar farklı farklıdır. Bu yüzden aralarında ihtilaflar ve kavgalar çıkar. Mevlânâ bu durumu körlerin fili târifi hikâyesiyle de açıklar.

 

Beyit: Gönül sâhibi, altı yüzlü ayna gibidir. Allah, altı yöne de o aynadan bakar.

Mevlânâ’ya göre çeşitli görüş, inanç ve yaşayışta olan bütün insanlığın Hak katındaki değeri insan-ı kâmil iledir. Allah’ın rahmeti ve merhameti onun vesîlesiyledir. Hak, insanlara içlerinde insan-i kâmil olmadıkça rahmet nazarıyla bakmaz.

Mevlânâ Hakk’ın murâdıyla insan-ı kâmilin murâdı arasında bir uygunluk olduğunu ifâde ediyor. Eğer Allah Teâlâ birinin isteğini reddederse, o gönül sâhibi için reddeder, birinin isteğini kabul ederse yine o gönül sâhibi için kabul eder. Hattâ Cenâb-ı Hak, o olmadıkça hiç kimseye nimet vermez. Çünkü, o gönül sâhibinin avucu ile Hakk’ın rahmet denizinin bir bağlantısı vardır, ancak bu bağlantı bizim bildiğimiz bağlantılar gibi değildir. Anlatmak ve târif etmek imkânsızdır. Bu ancak yaşanarak anlaşılır.

Beyit: Ama altı yönde bulunanlara, Allah o gönül sâhibi, yâni kâmil insan olmadıkça bakmaz.

Beyit: Eğer Cenâb-ı Hak, birinin isteğini reddederse, o gönül sâhibi için reddeder. Kabul eyleyecek olursa, yine o gönül sâhibi için kabul eder.

Beyit: Cenâb-ı Hak, o olmadıkça hiç kimseye nimet vermez. Ben Hakk’a ulaşan, kavuşan kişinin hâlinden pek az bir şey söylüyorum.[33]

Beyit: O gönül sâhibinin avucu ile, Allah’ın rahmet denizinin bağıntısı vardır. Fakat o bağlantı, o birleşme neliksiz niteliksizdir, münezzehtir ve anlatılmaz bir kemâl hâlindedir.

Beyit: Bu öyle bir bağlantı, öyle bir birleşmedir ki, anlatılamaz, târif edilemez. Bunu söylemeye ve anlatmaya çalışmak, boş yere zahmete katlanmaktır, boş yere kendini yormaktır.[34]


[1] Aytekin Ülker, Sarı Abdullah Efendi ve Mesnevî-i Şerif Şerhi, Yayınlanmamış doktora tezi, M. Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002, s.208.

[2] Konuk A. Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, hazırlayanlar, Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydın, İFAV, İstanbul 1994, c.I. s. 42.

[3] Konuk A. Avni, a.g.e., c.I.s. 61.

[4] Konuk A. Avni, a.g.e., c.I.s. 158.

[5] Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, Tercüme, Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayan Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, s.73.

[6] Konuk A. Avni, a.g.e., c.I.s.119.

[7] Yâkıt İsmail, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, Ötüken İstanbul 1993, s. 30.

[8] Afîfî Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, et-Ta’lîkât alâ Fusûsi’l-hikem, trc. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s.59-60.

[9] Mesnevî, c.I., s.107.

[10] Mesnevî, c.I., s.264.

[11] Kuşeyrî, s.136.

[12] Sevgi Ahmet, Gönül Kâbesi ve Mevlânâ, 8. Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 6-7 Mayıs 1996, s.29.

[13] Kuşeyrî Risâlesi, trc. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1991, s. 196.

[14] Mesnevî, c.I., s.264.

[15] Sühreverdi Şihâbüddin Ömer, Avârifü’l-Maârif, hazırlayanlar, H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, tarihsiz, s.337.

[16] Mesnevî, c.I., s.92.

[17] Mesnevî, c.I., s.92.

[18] Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, s.88.

[19] Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, s.24.

[20] Sultan Veled, Maârif, çev. Meliha Ü. Anbarcıoğlu, Tercüman 1001Temel Eser, İstanbul 1984, s.160.

[21] Mesnevî, c.I., s.176.

[22] Mesnevî, c.I., s.107.

[23] Kuşeyrî Risâlesi, s. 100.

[24] Mesnevî, c.I., s.176.

[25] Mesnevî, c.I., s.207.

[26] Mesnevî, c.I., s.207.

[27] Mesnevî, c.I., s.208.

[28] Taneri Aydın, Mevlânâ Âilesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s.192.

[29] Mesnevî, c.II., s.566.

[30] Demirci Mehmet, Mevlânâ’dan Düşünceler, Kitabevi, İzmir 1997, s.101.

[31] Bilindiği kadarıyla İslâm dünyâsında “insan-ı kâmil” tâbirini ilk kullanan İbn Arabî’dir. İbn Arabî aynı anlama gelen başka tâbirler de kullanmıştır. Meselâ “Nûr-i muhammed”, “Hakîkatü’l-hakîkatü’l-hakayık”, “Aslu’l-âlem”, Merkezü’d-dâire”. Kara Kerim, Aziz Mahmud Hüdâyi’nin Hulâsatü’l-Ahbâr Adlı Eserinin Tahkik, Tahric, Tercüme ve Tahlili, basılmamış yüksek lisans tezi,İstanbul 1994, s.25.

[32] Buhâri, Rikak 38.

[33] Mesnevî, c.III., s.80.

[34] Mesnevî, c.III., s.81.


​TEBLİĞ TATLI DİL GEREKTİRİR

Cemalnur Sargut 

http://www.gazetebirlik.com/yazarlar/teblig-tatli-dil-gerektirir/

19 Eki 2017 

İnsanların bir arada yaşaması çok önemlidir. Mesela çocukların okula gitmesi sadece bir şey öğrenmek için değildir, öğretim kısmı evde de yapılabilir ya da başka yerlerde de yapılabilir; bir öğretmen gelir, her şeyi öğretebilir. Fakat okulun gâyesi eğitimdir; yani insanların farklılıklara tahammül edebilmeyi, onlarla birlikte yaşayabilmeyi ve insanların farklılıklarına hürmet edebilmeyi öğrenmeleri için, cemiyet hayatının olması lâzım. O yüzden de bir arada yaşamak şart, tek başına bir yere çekilerek insan ‘kâmil insan’ olamaz; İslam’da böyle bir şey yoktur.  ‘Kâmil insan’ olmanın yolu, mutlaka insanların sıkıntı ve eziyetlerine tahammül etmekten, şehrin sıkıntı ve eziyetlerine tahammül etmekten, hâdiselerin sıkıntı ve eziyetlerine tahammül etmekten geçer.  Dolayısıyla bütün bunları yaşayabilmek için de, farklılıkların bir arada olması şart.

Toplum halinde yaşıyoruz ve insan sosyal bir varlıktır diyoruz. İyi yaptığımız şeylerin yanında kötü yaptıklarımız da var. Birbirimizi de bu konuda uyarmaya çalışıyoruz. Bunu da tatlı dille kalp kırmadan yapmalıyız. İnancımız ve kültürümüze göre tebliğ “Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” anlayışıyla yapılmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in mânâsında Allah, önce bir kere “Uzaklaştırmayın, yakınlaştırın” diyor. Bu âyete dayanarak biz önce korkutmadan, Allah’ın bize lütfettiği güzellikleri ve ne kadar şanslı olduğumuzu anlatmamız lâzım. Bütün bu şanslılığı ve güzelliği anlattıktan sonra, bunun Allah’ın emrettiği şeylerin yapılmasıyla alâkalı olduğunu da göstermemiz lâzım. Buradaki “Emirler” den kasıt: Vücudun disipline edilmesidir. Yoksa Allah, vücudu disipline etmek için bâzı şeyleri yasaklar, bâzı şeyleri de güzel kılar. Mesela ibâdet ve taatin ana gâyesi; Allah’la birlikte geçirilen vakti artırmaktır. 

İbadet, çok kuvvetle Allah’ı tanımaya yöneltir insanı. Ama ibadetin ana gâyesi; sadece şekilden ibaret olmayıp, her ibadette Allah’la beraber olabilme kabiliyetini elde etmektir. Bunu yaptığımız zaman, o şekilde mânâ kazanır. Onun için namazın önemi çok büyüktür; namaz, bunun disipline edilmiş şeklidir.  İnsan ibadet ve taatında kendi varlığından sıyrılarak Allah’la irtibatını artırır.  Dolayısıyla da Allah’ın emirlerine, sevgilinin isteklerine uyma şeklinde uyar; o emirleri kat’i kanunlar gibi sıkıcı bir şekilde anlatacağımıza, “Sevgilini üzmek ister misin?” gibi, zevkle ve onu içinden gelerek yapma şeklinde anlatmak lâzım.

Yasaklara gelince şunu bilmeliyiz ki; Allah yasakları, bizim kendi kendimizi korumamız için yapmıştır. Yoksa bizi, ne Allah’ın emirlerine uymamız, Allah için önemlidir; ne yasaklara uymamamız, Allah için değerlidir. Bizim Allah indinde, bir sivrisinekten başka hükmümüz yoktur. Ama Allah kulunu çok sevdiği için, onu korumak gâyesiyle bazı şeylerden sakındırmıştır. Nasıl ki çocuğumuz ateşe yaklaştığında, “Yakar” deriz, en sonunda çocuk elini uzatır yakar, anlar ki ateş yakıcı. Bunun gibi, önce ateşin yakıcı olduğunu Allah bize tebliğ eder; biz gene de yanaşırsak, o ateş bizi yakar. Dolayısıyla Allah kulunu kötülüklerden koruma gâyesiyle yasaklar koymuştur.

 “Kur’an-ı Kerim’i okumak, yaşamak ve yaşatmak demektir” Bir şeyi öğrenmek ve hakkıyla onu anlamak ve algılamak konusunda bilge kişilere ihtiyaç vardır. Çünkü hep söylediğim gibi; her dersin öğretmeni olmadan problemini çözemezsin, kitabı okursun ama anlayamazsın. Dolayısıyla mutlaka bir öğretmene ihtiyaç var. Ama bu öğretmen kendi aczini bilen, kendi hiçliğini idrak eden ve Kur’an-ı Kerim’i yaşayarak da göstermeye çalışan Peygamber vârislerinden biri olmalıdır. “Uy, senden ücret istemeyene” âyetini uygulamalı ve öğrencisini eğitip, hiçbir beklentisi olmamalıdır. Çünkü bilir ki; düzeltebilen tek güç, Allahu Azimüşşan’dır. Ayrıca öğretmen dünya ve âhireti bir arada götürmelidir mutlaka, hiçbirinden vazgeçmeden. Gene öğretmen ahlâk-ı Muhammedî sahibi olmalıdır. Dolayısıyla böyle bir öğretmen bulduğumuz zaman, Kur’an’ı kendi okuduğumuzdan farklı yönleriyle idrak etmeye başlarız ve eğer bizde o bilgi varsa, o ezelî bilgiyi keşfederiz… Açıkçası Kur’an’ı keşfederiz. Bir bilgi keşfedilince… O zaman yaşanmaya başlar ve o kişi Kur’an’ın o âyetini yaşamaya başlar. İşte yaşamaya başladığında da, karşısındakine örnek olur. Onun için Kur’an’ı okumak değil, yaşayan Kur’an olmak önemlidir. Hani Mevlânâ’nın dediği gibi: “Kur’an’ı çok iyi biliyor bu adam, her satırını ezberlemiş” dediklerinde, “Ne güzel, cevizleri saymayı öğrenmiş; inşallah bir gün de kırıp yer” diyor. Yani kırıp yemedikçe ve Kur’an’ın âyeti hâline geçmedikçe, onu yaşamadıkça; Kur’an’ı bilmiş olamayız.


http://www.merhabahaber.com/asiklar-sultani-hz.-mevlana-68yy.htm


http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=628



Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol