21 yaşında Müslüman olmuş bir Fransız
genci tarafından Paris’te kurulup
geliştirilen ve milyonlarca kişi
tarafından ziyaret edilen
www.oumma.com adlı internet
sitesinde, ünlü ve yüksek
rütbeli bir Hıristiyan din
adamının kendi elyazısıyla yazdığı
nasıl Müslüman olduğunu anlatan
hatıralarının bu zâtın ölümünden
sonra ortaya çıktığına dair
bir haber vardı. Ve bu hatıralar
ilgili sitede yayımlanarak
bütün dünyaya duyuruldu.
Alışılmadık, son derece
heyecan verici anılardı bunlar.
Çok kısa ve özlü bir elyazısıyla
yazılıp bırakılmış belgede
Batılı bir din adamının İslâm’ı nasıl
arayıp bulduğunu ve nasıl
hidayete erdiğini görüyor
aramızdan yakın zaman önce
ayrılmış olan o mübarek
insana rahmetler diliyoruz:
Rahip Jean-Marie Duchemin
(1908-1988), Paris havzasının batısında
yer alan Sarthe bölgesinde Katolik
mezhebinin önemli ve tanınmış bir
siması idi. İslâm’a girdiğini herkese
ilân etmeye karar vermezden az önce,
kendisini böyle bir tercih yapmaya
götüren sebepleri yazıya döktü
Nasıl hidayete erdiğini “yaptım
okudum, gördüm” gibi birinci
şahıs ifadeleriyle değil de
“okudu, gördü, anladı” gibi
üçüncü şahıs ağzından anlattı.
Bu hayat hikayesi, büyük ihtimalle
1983 yılında yazılmış olmalıdır.
Rahip Abdülmecid Jean-Marie
Duchemin 6 Eylül 1988’de
Kazablanka şehrinde Hakk’a yürüdü.
1908 YILINDA, İMAN SAHİBİ ve
son derece dindar, koyu Katolik bir
ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi.
Daha on yaşındayken Hıristiyanlığın
iman, ibadet ve ahlâk esasları
konusunda pek çok yetişkin
Hıristiyandan daha bilgili ve
daha inançlı idi. Kendisi için
yaşamak ile inanmak ayrı şeyler
değildi; tam aksine, ikisi de bir
ve aynı şeydi. Henüz çocuk
yaştayken papazlık mesleğine
karşı dayanılmaz bir ilgi duydu.
Sonraları, diğer meslekler ve
kültür faaliyetleri kendisini az
çok büyülemiş ve cezbetmişse de
din adamlığından başka bir yola
gitmeyi aklından asla geçirmedi.
Yetiştiği dönemin dinî anlayışı
ailesinde, devam ettiği Hıristiyan
okulunda ve dinlemeye bayıldığı
kilise vaazlarında aldığı dinî eğitim
sonucu, daha o gencecik yaşında
“Kilise dışında kesinlikle kurtuluş
olmadığından (Hıristiyan olunmadıkça
cennete girilemeyeceğinden)
kesinkes emindi.
İslâmiyetten bahsedildiğini çok nadiren
duymuştu. Duydukları da bu dinin
çok-tanrılı ve putperest bir din olduğu
iddialarıydı. Hep aleyhte ve
hep aşağılayan ifadelerdi bunlar.
Derken, on veya onbir yaşına doğru
sınıf öğretmeni hanım, “Katoliklik
Hz. İsa’nın getirdiği tek gerçek
dindir ve insanlığı kurtuluşa ancak
bu din erdirir” başlığını taşıyan
dersin açıklamasını yapmaya başladı.
Hocahanım sözlerini desteklemek
için diğer dinlerden de
söz etmeye koyuldu. Öteki
Hıristiyan mezheplerinin
mensupları olan bütün Protestanları
ve Ortodoksları keyifle cehenneme
gönderiyor ve cennete sadece
ve sadece Katoliklerin gidebileceğini
söylüyordu.
Hıristiyanlık dışındaki dinlere gelince
bu dinlerin müntesiplerini bütün bütün
horluyor ve küçümsüyordu. Aşağılık
Yahudiler güzelim Hz. İsa’yı haça
gerdirmişlerdi; zavallı ve cahil Hindular
bir sürü canavar tanrıya tapınıyorlardı
İblis’in teki olan sefih
Muhammed—hâşâ—tarafından
aldatılan ‘Muhammedîler’ Hıristiyanları
katliama tâbi tutmuşlardı ve şanlı
Haçlılar ne yazık ki bu kimselerin
kökünü kurutamamıştı
ama cesur misyonerler dayanılmaz
fedakârlıklar pahasına ve
hatta hayatlarını tehlikeye
atarak onları Hıristiyanlıştırmak
için hâlâ gayret ediyorlardı.
Bu yaman öğretmen, alay etmek
bahanesiyle, dinlerini yaymak için
mücadele ederken ölümü rahatça
göze alabilen bu Muhammedîlerin
fanatikliğinden; gülünç küçük bir halı
üzerinde namaz kılmak için onca
temizlik yapmaya katlandıklarından
bütün gün katı bir oruç tutarken
geceleri pisboğazlık ettiklerinden
hem de bunu koca bir ay boyunca
yaptıklarından; domuz eti ve
şaraptan kendilerini mahrum
ettiklerinden, halbuki Allah’ın
bunları insanların iyiliği için
yaratmış olduğunun herkesçe
bilindiğinden bahsetti
Bu izah tarzı, sonuçta, o
genç dinleyicinin üzerinde
beklenmedik bir tepkiye yol açtı.
Ve yanlış yolda olmalarına rağmen
dinlerinin emirlerini hakkıyla yerine
getiren, Hıristiyanların pek
çoğu böyle şeyleri yapmaya
hiç niyetlenmezken cömertlik
ve cesaret örneği sergileyen
bu zavallı Muhammedîleri şöyle
bir düşündü ve onlara acıdı.
İşte o günden itibaren Müslümanlara
karşı hem büyük bir merhamet
hem de büyük bir sempati
duymaya başladı. Papaz olduğu
zaman gidip onları Hıristiyanlaştıracağını
ve böylece onlara imanlarına
lâyık dünya ve âhiret saadetini
sağlayabileceğini ümit ediyordu.
Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca
kâfirler, özellikle de Müslümanlar
için dua ediyordu; misyonerlerin
elde edebildiği bütün yayınlarını
okuyor ve o önemsiz cep
harçlığını misyonerlik
çalışmaları için harcıyordu.
Onaltı yaşına doğru, ileride İslâm
ülkelerinde görev yapabilmek
gayesiyle Kapüsenler tarikatına
girmeye niyetlendi ve tarikata
başvurdu. Doğuşundan beri
daha da kararsızlaşan sağlık
meselesini gözönüne alan
danışmanı kendisine
beklemeyi ve rüyasının
gerçekleşmesini daha sonraya
sıhhatinin daha elverişli olduğu
zamana ertelemeyi tavsiye etti.
Yirmi yaşında rahipliğe
hazırlanmak üzere papaz
okuluna kaydoldu. Orada,
dinleri ve bilhassa da İslâm’ı ele
alan birtakım kitapları gözden
geçirme fırsatını buldu.
O dönemin Katolik yayınlarının
yanlı ve az çok yobaz karakterine
rağmen, Hz. Muhammed ve
İslâm hakkında şahsî bir kanaat
edinmeye muvaffak oldu.
Onun kanaatince, Hz. Muhammed
samimiydi ve ‘Allah’tan korkan’ biriydi
Müslümanlar saygı duyulacak
ve imanlarının sağlamlığından ötürü
çoğu zaman da, hayran olunacak
insanlardı. Ona göre, İslâm, bütün
hakikati kendisinde toplamamakla
birlikte, müntesiplerini kurtuluşa
erdirecek yeterli bir hakikate de
sahip ciddî bir dindi. O devrin
anlayışına göre, Müslümanlar
Kilise ‘bünyesi’nin dışında
kalmakla beraber Kilisenin
ruhu içinde yer alıyorlardı
dolayısıyla da âhirette
kurtuluşa erebilecek idiler.
1933’te rahip olunca papaz
yardımcılığına tayin edildi.
Rahip Charles de Foucauld’nun
hayatı ve şahsiyeti hakkındaki
bilgileri çok seneler öncesinden
öğrenmişti. Fas’ta yalnız başına
yaşayıp Müslümanlar için dua
etmek üzere inzivaya çekilen
bu rahip onu heyecanlandırmıştı.
1937’ye doğru, danışmak ve
aralarına katılıp katılamayacağını
öğrenmek üzere Trapistler
Cemaatinin bulunduğu
manastırda bir süre inzivaya
çekildi. Verilen cevap bir kere
daha hayal kırıcı oldu.
Kendisine, “Şimdiki bulunduğunuz
yerde hayırlı hizmetler
ifa ediyorsunuz, ayrıca
sizin durumunuz açısından
pek uygun olmayan bir hayat
şartı ve tarzına sahip
cemaatimize girmeniz
için sıhhatiniz de elverişli
değil” denildi.
On yıl kadar sonra, kendisi
bir köy papazı iken
Hıristiyanları birleştirme işiyle
uğraşan bir grup tarafından
basılmış dinî bir tasvir buldu.
Bu tasvirin arkasında Fâtiha
sûresinin Fransızcası vardı.
İşte o andan itibaren
her gün, Hıristiyanî dualarını
yaptıktan sonra bu Fâtiha’yı
ezbere okumayı bir alışkanlık
hâline getirdi.
1957 yılında, artık Müslüman
ülkelere bir seyahat
gerçekleştirebilme umudunu yitirince,
başkente yapılan toplu bir geziden
yararlanarak Paris Camii’ni ziyaret
etmek ve Müslümanların cemaatle
namaz kıldıkları bu yerde sessizce
dua etmek istedi. Aralarına katıldığı
turistler rehberin anlattıklarını
dinlerken, o, dünya Müslümanlarıyla
gönül birliği içinde, bütün ruhuyla
sessiz sessiz Allah’a yakardı.
Ve çıkışta, cami avlusunda
bir Kur’ân meali satın aldı
Üç gecede bütün Kur’ân’ı
okudu. İnsanı şaşırtan ve
Tevrat veya İnciller’deki
sunuşa hiç benzemeyen
Kur’ân metninin yapısı karşısında
fevkalâde etkilendi.
Köy yerinde ne Müslümanlarla
ne de İslâm’ı iyi bilen kimselerle
karşılaşma imkânı bulamadığı için
her sene Kur’ân’ı bir veya birkaç
defa ya baştan sona, ya da farklı
farklı sûrelerden hareketle okudu
durdu. Üç sene sonra hastalığına
yenik düşerek köyden şehre indi.
Derken, oradaki şartlar gereği
işçilerin ve çok yoksul kimselerin
yardımına koşan bir faaliyet içinde
buldu kendisini. Yanına Mağripli
veya Afrikalı işçiler geldikleri
zaman, kendilerine ‘göçmen işçiler’
muamelesi yapmıyor, aksine
onlara İslâm’dan bahsediyor
Kur’ân âyetlerinden hareketle
öğütler veriyordu. Onlarla konuşa
konuşa çok çabuk itimatlarını
kazandı. Bu arada, toplumdan
tecrit edilmiş halde yaşayan
ve Fransız ortamının ayartma
ve yoldan çıkarmalarına açık
bu mü’minlerin bir camiden
mahrum olduklarını farketti.
Bu hususta piskoposluğun
yardımını istirham etti.
Birkaç ay sonunda piskoposluk
bu iş için bazı salonlar
tahsis etti ve buralar
mescit hâline getirildi.
Gerçi bütün bunlar hayli
sıkıntılar ve düş kırıklıkları
olmadan da gerçekleşmedi
Hatta Müslüman otoritelerden
veya sözde imamlardan tutun
da basit Müslüman halk
tabakasından insanlara
varıncaya kadar, bu teşebbüsünü
baltalayanlar çıktı. Yine de
İslâm’a hürmetini, İslâm inanç
ve ahlâkına olan güvenini kaybetmedi
Zaman zaman, kendi kendine
“Kur’ân’daki ve sûfîlerin
kitaplarındaki İslâm harikulâde
ama Müslümanların
yaşadıkları İslâm içler acısı”
diyordu.
Öte yandan, İslâmî inançları ve
İslâm’ın dinî kurallarına
bağlılıkları sayesinde
bizim Avrupa medeniyetimizin
saptırmalarından kendilerini
inanılmayacak derecede
korumuş Mağrip ülkelerinden
ve Siyah Afrikalılardan bazı
Müslümanları da tanıyordu.
Onun için bütün o güçlüklere
göğüs gerdi ve caminin iyi kötü
hizmete sokulması için var
gücüyle çalışmasını sürdürdü.
Neredeyse cesaretini kaybettiği
ve “Acaba Allah bu caminin
olmasını istemiyor mu?” dediği
anlar da oldu.
En kritik bir zamanda
bu şehirde bir caminin
olduğunu haber alan Tebliğ
Cemaati’nden bir grup onun
yanına geldi. 6 Ocak 1975 tarihiydi
Aralarında hemencecik karşılıklı
bir güven doğdu ve onbeş gün
sonra Clichy Camiine gitti.
Orada, o kardeşler kendisine
birlikte dua etmeyi teklif ettikleri
zaman son derecede duygulandı.
Kendi başına öğrendiği ve
Müslümanlar o şehirdeki
evine geldikleri zaman arasıra
okuduğu Fâtiha’yı onlarla
beraber tekrarladı.
Pakistan’a yolculuk
TEBLİĞ HAREKETİNİN
ihvanlarıyla bu temas ona
sahih, imanlı, İslâm davasına
gönül vermiş ve oldukça dindar
birçok Müslümanı tanıma
imkânı verdi. 6 Ocak 1976’da,
bir Tebliğ grubuyla Allah rızası
için yola koyuldu ve kırk günlüğüne
Pakistan’a gitti. Bedenen oldukça
yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte
bu seyahat, orada da onun titiz
ve ateşli Müslüman bir
cemaatle uzun süreli ilişkiler
kurmasını sağladı. Genellikle
ifade edersek, hepsi de onun
bir Katolik papazı olduğunu
bildiği halde, gerek Fransa’da
gerek Pakistan’da bu
Müslümanların
kendisini bağırlarına
basmalarından, Clermont-Ferrand’daki
Müslüman üniversite öğrencilerinin
de aynı şekilde kendisine kucak
açmalarından hayli etkilendi.
Üç kere ondan camide
konuşma yapması istendi.
Bu Müslüman kardeşlerinin
kendisinin Müslümanlığa g
eçmesi için asla baskı yapmayarak
gösterdikleri nezaket ve kibarlık
da onun gönlünü fethetti.
Kısacası, Müslümanların sözde
hoşgörüsüzlüğü ve sözde
fanatikliği konusunda
ne düşünmek gerektiğini
bizzat kendi tecrübesiyle öğrendi.
Bütün bu yıllar içinde
‘öteki’ne saygı duyma kaygısından
ve diyalog kurabilme ihtiyacından
ötürü, İslâm konusundaki bilgilerini
derinleştirdi. Müslüman mü’minlerle
kurduğu kardeşlik sebebiyle
1976’dan itibaren (Hıristiyan
imanını ve Hıristiyan ibadetlerini
koruyup devam ettirmekle beraber)
Müslümanların beş vakit namazını da
muntazaman, hem de tek başına
kılar oldu; domuz eti yemeyi bıraktı
ve Ramazan aylarında oruç tuttu.
Bu esnada, kendisine Hıristiyanlık
hakkında sorular yönelten
Müslümanlara en doğru
cevapları verebilmek için
Hıristiyan akaidi elkitaplarına
yeniden müracaat etmeye başladı
Böylece Hz. İsa’nın öğütlediği
ahlâk ile Kur’ân veya hadislerin
öğütlediği ahlâkın özü itibarıyla
bir ve aynı olduğunu keşfetti.
Allah’ın tekliği, yaratılış ve
insanlığın kaderi konusundaki
inançlara gelince, iki din
arasında çok sayıda
farklılığın olduğunu gözlemledi.
En büyük güçlük
Hz. İsa’nın şahsında ve
misyonunda yatıyordu.
Bazılarının dediği gibi,
Hz. Muhammed’in Allah’a iman
esaslarını İnciller öncesi safhaya
geri götürdüğü mü söylenmeliydi
Yoksa, başkalarının iddia ettiği
gibi, Hz. Muhammed’in, Kilise
ve Hıristiyanlar tarafından gerçek
tabiatı üzerine ilave edilmiş
şeylerin tümünden Hz. İsa’nın
kişiliğini temizlemiş olduğu mu
Ayrıca, şu sorular da vardı
Tek Allah mı, yoksa Üçlü Tanrı mı
sözkonusu? İncillerde ve Kilise
dogmalarında Teslis (üç unsurdan
oluşan Tanrı) dogmasının temeli nedir
Şaraplı ekmek, günah çıkarma gibi
takdis âyinlerinin menşei nedir
Allah’a ulaşmak için mutlaka
Kilisenin aracılığına mı başvurulmalı
yoksa İslâm’daki gibi aracıya müracaat
edilmemeli miydi? Allah engin
rahmetiyle bizzat kendisi mi
insanlığı affeder
Yoksa oğlu İsa’nın
mecburen kurban edilmesi mi
gerekiyordu?
Yıllar boyu bütün bu meseleleri
araştırdı. Sonunda birbiri ardınca
gelen nesiller içinde insanların
Kitab-ı Mukaddes’i değiştirmiş
olduklarını farketti. Kendi kendine
soruyordu: Şimdiki İnciller içinde
Hz. İsa’nın kendi sözleri hangileridir
hepsi de Tarsuslu Pavlus’tan
etkilenmiş olan İncil yazarlarının
yorumları hangileridir
İncillerin İsa’sı ve Aziz Pavlus’un
İsa’sı ile tarihteki Hz. İsa
gerçekten aynı kişi midir?
‘Sapkın’ mezhepleri incelerken
birbirinden çok farklı ve zıt
Hıristiyan akidelerinin
gelişiminde önce Roma,
ardından da Bizans
imparatorlarının etkisini farketti.
Kim haklıydı? Hakikate sahip olan kimdi
Kendi kendisini yanılmaz ilân eden
fakat bu hususta elinde inandırıcı
deliller bulunmayan bir din
adamları hiyerarşisi tarafından
boğulup susturulan bu değişik
akideler üstelik yüzyıllar içinde
uzanıp gidiyordu.
Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışı
HIRİSTİYANLIĞIN dünyaya
hayli katkıda bulunduğu doğrudur.
Fakat evrensel bilinci bir tek
kendisi oluşturmuş değildir ki…
Öte yandan, tek Allah inancına
sahip büyük dinlerde bulunan
temel bilgilerin ve talimatın yanına
ayrıca İnciller aracılığıyla aktarılan
Hz. İsa’nın mesajının arasına
kitabî de, ilâhî de ciddî dayanakları
olmayan ne inanışlar,
ne âyinler ilâve edildi!
Nitekim, İncillere göre Hz. İsa
kendisini Allah’ın ‘kulu’ olarak
takdim etti. Kendisine bir ilâh
gibi tapınılmasını asla istemedi.
Hıristiyanlığın ilâhî kaynaklı olduğunu
ispatlamak için, sık sık, çok çabuk
yayılması ile asırlara meydan
okuyan sürekliliği delil
olarak gösterilir. Halbuki
şöyle bir düşünüldüğünde
bu gelişme ve yayılmanın iki
beşerî sebebi görülür:
a. Roma imparatorluğunda
kullanılan iki dil, yani
Latince ve Grekçe çeşitli
diller engeliyle karşılaşmak
zorunda kalmayan Hıristiyanlığın
yayılışını kolaylaştırmıştır.
b. Bilhassa da İmparator Konstantin’den
(312-337) itibaren Hıristiyanlık
‘devletin resmî dini’ olarak ilân edildiğinden
Roma’ya boyun eğmiş ve ‘İlâh Sezar’a
resmî ve dayatmacı bir tapınmayla
tapmaya alışmış halkların, elbette
Kilise tarafından, ama aynı
zamanda da dünyanın efendisi
Roma imparatoru tarafından
teklif edilmiş yeni Tanrı’yı kabule
hazır görünmeleri tabiî idi
(Burada aslında pek önemli olmayan
fakat yine de düzeltilmesi gereken
küçük bir hata var. Hıristiyanlık
resmî din olarak yukarıda belirtilen
tarihlerde değil de, ondan elli-altmış
yıl daha sonra ilân edilmiştir—belgeyi
yayınlayan sitenin notu).
Bir de İslâm’ın yayılışına bakalım.
Bir adam, yani Hz. Muhammed
aleyhisselâm insanları bir dine ve
bu dini tavizsiz yaşamaya davet ediyor
başlangıçta kendisine mütevazi
menşeli sadece bir avuç insan
tâbi oluyor ve kudret sahiplerinin
eziyetlerine maruz kalıyor.
Bir iman ve bir ahlâk getirip teklif ettiğinden
daha sonra bir devlet kurması ve
bunu savunması gerekiyor.
Kendisi hayatta iken inen vahiy
bazı sahabilerine emanet ediliyor
fakat aynı zamanda birçok mü’min
tarafından ezberleniyor, bir yandan
da yazıyla tespit ediliyor. Daha
sonra ise vahyin derlenip toparlandığı
bu Kur’ân, lisanlarının farklılığına
rağmen pek çok milletlere ilâhî
mesajı kendisi ulaştırıyor.
Hz. Peygamber’in vefatından bir
asır sonra İslâm, Medine’den başlayarak
Avrupa’ya varıncaya kadar bütün
istikametlerde yayılan dine dayalı
bir cihan devleti kuruyor. Ve dine
dayalı bu lidersiz ve hiyerarşisiz cihan
devleti, (dinî olmaktan ziyade şahsî
veya politik) birçok iç anlaşmazlıklara
rağmen ayakta kalıyor. Hıristiyan
dünyasının kendisine karşı yürüttüğü
Haçlı seferlerine direniyor.
Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri
onu çökertemiyor.
Bugün, İslâm’ın bütün dünyaya
yayıldığını ve inananlarının
sayısını da günden güne
artırdığını görüyoruz. Şayet
Allah bu dinin arkasında olmasaydı,
İslâm doğup ilerleyebilir ve bütün
bu saldırgan güçlere mukavemet
edebilir miydi?
İhtida
ÜSTELİK BU İSLÂM, Hz. Peygamber
hayatta iken nasıl ise bugün de aynı
şekilde hiç bozulmadan olduğu gibi
duruyor ve devam ediyor. İnanç
sistemi de, ibadet şekli de hiç değişmeden
kaldı. Her ikisinde de hiçbir sapma
olmadı. Gerek beşerî veya siyasî
iktidarlarla, gerekse karşılaşılan
medeniyetlerle İslâm’ın inanç ve
ibadetlerinden tavizler vererek uzlaşma
yoluna gidilmedi. Şiddetli baskı ve
zulümlere rağmen, çok çeşitli milletler
ve farklı, hatta zıt kültür, sınıf ve
sosyal mevkiden insanlar tarafından
benimsenip kabul edilegeldi.
Hem de onüç asırdan beri…
İşte bütün bu ölçülü, iyi düşünülüp
taşınılmış mülâhazalar, yavaş
yavaş onu [bu satırların yazarını—çev.]
asıl can alıcı ve temel soruyu kendi
kendisine sormaya sevketti. Bu manevî
güzergâhı ciddiyetle, sükûnetle ve
sabırla katedebilmesi için elbette
kendisine seneler ve seneler gerekti.
Gerçi bu geçiş süreci içinde, büyük
şaşkınlıklar, derin ıstıraplar ve sert
kırılmalar da yaşadı. Fakat sonunda
Allah’ın dâvetini engin bir gönül
rahatlığıyla kabul ve tasdik etti.
Hıristiyanlığı da, İslâm’ı da birlikte
yaşamış ve dinî hayatında tatbik etmişti.
Ama artık bir tercih yapmasının da vakti
gelmişti. Sessizce kararını aldı ve
gizlice İslâm’a girdi. Ailesinin,
çevresinin
ve ortamın esiri olarak, bu
hidayetini hemen hemen beş yıl,
gizlilik içinde yaşamaya mecbur kaldı.
Şartların kendisini daha serbest bir hâle
getirdiği şu sıralarda ise, aldığı karardan
âmirleri durumundaki Kilise yetkililerini
haberdar etmek ve şahitler önünde
kelime-i şehadet getirip İslâm’a girişine
dair resmî başvuruyu yapmak için
uygun bir zamanı—ki fazla
gecikmeyecektir—kolluyor.
Acaba sonuçlar kendisi için
ne olacak Bakalım dost ve
akrabalarının tepkileri ne olacak
Bir gizli Müslüman’ın
ibretli öyküsü
http://www.kadincakararinca.com/hayatin-icinden-2/hikayeler/bir-gizli-muslumanin-ibretli-oykusu/