MESSAGE FORUM 


MEVLANA VE MESNEVİ HİKAYELERİ



MEVLANA VE MESNEVİ HİKAYELERİ

İsmet VERÇİN

https://www.bizimkose.com/08/31/mesnevideki-mustehcen-hikayelerin-hikmeti-1/

Mevlana Celaluddin-i Rumi
, maneviyat semasının ışıyan yıldızı, Mesnevisi ise dünya tasavvuf edebiyatının tartışmasız tek başyapıtıdır. Anadolu’da yaklaşık sekiz asırdır Mesnevi’den daha değerli ve daha önemli bir kültürel eser yazılamamıştır. Gerçekten de Mevlana’nın Mesnevisi Kur’an-ı Kerim’den sonra İslam sofrasına konulan en güzel, en hoş, en faydalı ve en tatlı yemeklerin başında gelir. Mevlana’nın Mesnevi’deki temel hedefi hiç kuşkusuz öğretimdir. Bu didaktik eserde bize aşkın mahiyeti hakkında bilgiler verilir; manevi deneyimlere ilişkin dersler anlatılır; müteal bir din anlayışı öğretilmeye çalışılır; nübüvvete ilişkin idrakimiz artırılır. Bize hür ve azade olmanın yolları gösterilir. Bu kitap bizi insanı tanımaya davet eder ve nihayet bu dünyaya yabancı olan ruhumuzu eğiterek Tanrıya ilişkin anlayışımızı yükseltmemize vesile olur. Mevlana bu öğretim modelini gerçekleştirme yönünde edebiyatın bütün alanlarını ve imkânlarını etkin ve başarılı bir biçimde kullanır. Soyut kavramları hikâye ve alegorilerle somutlaştırma esasına dayanan öğretim modelinde muhataplarını duygudaşlığa, empatiye ve karşılıklı anlayışa yöneltir.

Mesnevi’de kullanılan en önemli eğitsel yöntemlerden biri kavram ve değerlerin aktarımında edebi formların belki de en eskileri olan hikâye, kısa öykü ve bazen de tek bir beyitten oluşan minimal öykülerin tercih edilmesidir. İleride de göreceğimiz gibi Mesnevi’de çokça karşımıza çıkan bu minimal öyküler, bazen daha sonra anlatılacak hikâyeler için bir önöykü niteliği taşıyabilmektedirler. Mevlana Mesnevi’de büyük bir bölümü kendisine ait olmayan dört yüze yakın hikâyeye yer verir. Kendisine ait olmayan hikâyelerden yararlanmak istediği zaman onların yapılarını vermek istediği mesaj ya da ifade etmek istediği düşüncelere uygun hale getirir. Bu müdahale ve tasarruflar, bazen hem yapısal hem de içerik açısından orijinalleriyle çok büyük farklılıklar gösterdiğinden, onları Mevlana’nın yaratıcı zihninin ürünleri olarak da değerlendirebiliriz. Mevlana, anlattığı bu hikâyelerin gerçek olması ya da gerçeği yansıtmaları gereği üzerinde durmaz. O bu hikâyelerle dinleyicinin ruhunu uyandırmayı veya harekete geçirmeyi amaçlar. Müritlerinin suretten anlama yol bulmaları için elinden geleni yapar. Anlatılarını bir ölçeğe benzeterek çıkarılacak hisse veya anlamı da bu ölçeğin içindeki tahıl tanesine benzetip akıllı bir insandan ölçeğin değil içindeki tanenin üzerinde düşünmesini ister. Didaktik amaçlı bu hikâyelerden muhatap için de önemli olan Mevlana’nın diğerlerinden farklı olarak bu kıssalardan ne tür yeni hisseler, yeni anlamlar çıkaracağıdır.

Mevlana’nın, Mesnevi’nin dördüncü cildinin sonunda ve bilhassa beşinci ciltte büyük tartışmalara yol açan bazı müstehcen hikâyelere yer verdiği doğrudur. Öyle bazılarının iddia ettiği gibi bu hikâyeler Mesnevi’ye sonradan da eklenmemiştir. Bu hikâyeleri kaba bulup onları Mesnevi’nin bir zaafı olarak değerlendiren eleştirmenler olduğu gibi tam tersine bu hikâyeleri Mesnevi’nin enderin ve en hikmetli hikâyeleri olarak alımlayan düşünürler ve Kur’an müfessirleri de vardır.[1]

Mevlana’nın yaşadığı çağa baktığımızda hem Doğu’da hem de Batı’da kaleme alınan dini-tasavvufi yapıtlarda bu tür hikâyelere yalnızca edebi bir gelenek olarak değil tersine bir takım sosyal ve psikolojik gereksinimlerin sonucu olarak yer verildiğini ve muhatapları tarafından da bu durumun hiç de yadırganmadığını görmekteyiz. Dinleyicilerin idrak ve anlama kapasitesine göre konuşan Mevlana, gerektiğinde Kur’an-ı Kerim’de verilen ruhsata da dayanarak afif ve temiz bir dil yerine kaba sözcükler kullanmaktan ya da çirkin misaller vermekten utanmaz, çekinmez.[2] Mevlana, anlamın hakikatini dinleyicilerin zihinlerine ve anlayışına yaklaştırmak için yer yer aşkın düşüncelerini bu halk hikâyelerine yansıtır. Hem Şems hem de Mevlana her zaman insanlara akıllarına göre söz söylemek gerektiğini özellikle vurgularlar. Erotik hikâyelerden Mevlana’nın irfani ve ahlaki sonuçlar çıkarması gerçekten de alkışlanması gereken, alışkanlık kırıcı, olağanüstü bir başarıdır. Değersiz söz ve eylemlerin anlatıldığı bu hikâyeleri, değerli söz ve eylemlere dönüştürmek gerçek anlamda bir kimyadır.[3] Ne dediğimizi daha iyi açıklayabilmek için Mesnevi’nin dördüncü cildinde yer alan “Armut Ağacının Altında Oynaşıyla Sevişen Kadın” başlıklı müstehcen bir hikâyeyi Mevlana’nın genel düşüncelerini göz önünde bulundurarak yorumlamaya çalışacağız.[4] Bu tür hikâyelerde Mevlana dinleyiciyi hikâyenin sembolik anlamlarına yönelten bir takım ipuçlarına özellikle yer verir. Bunun yeterli olmaması durumunda da kendi hikâyesini kendisi yorumlar.

 

O kadın kendi oynaşıyla birlikte

Sevişmek istiyordu aptal kocasının önünde.

 

Bunun üzerine kocasına “ey bahtı iyi

 

Ağaca çıkıp meyve toplayayım” dedi.

 

Ağladı o kadın çıkınca ağaca 

 

Yukarıdan kocasına doğru bakınca;

 

Dedi kocasına “ey yatık 

 

Kim üzerindeki o adi yaratık? 

 

Altında kadın gibi yatmışsın,

 

Ey filan! Meğer sen künekmişsin!”

 

“Yok, senin başın dönüyor” dedi koca

 

“Çölde, burada, kimse yok ki benden başka”

 

Kadın tekrarladı, “kim o kalpaklı

 

Kim, o üstüne abanan adam akıllı?”

 

Dedi “be kadın in hemen ağaçtan

 

 Sersemledin sen, gitti aklın başından”

 

İnince kadın çıktı kocası ağaca

 

Kadın çekti oynaşını hemen koynuna

 

“Kim o, behey orospu” dedi koca “söyle

 

Hayvan gibi abanan öylece üzerine”

 

Kadın dedi, “benden başka kimse yok burada,

 

Başın dönmüş senin boş boş konuşma.” 

 

Adam tekrar edip durunca sözlerini,

 

Kadın, “bu armut ağacından olmalı” dedi.

 

“Armut ağacının başındayken ben de öylece

 

Çarpık şeyler görüyordum senden namertçe,

 

İn aşağı da gör! Hiçbir şey yok şimdi.

Bunca hayal sana armut ağacından geldi.”[5]

Bu manzum hikâyenin ardından Mevlana hemen şu uyarıyı yapar:

Hezl[6]

 öğreticidir onu ciddi dinle!

 

Bu hezlin, sen sakın aldanma zahirine!

Hezl’in tanımını ve Mevlana’nın bu tarz şiirlerde amaçladığı özel hedefleri göz önünde bulundurduğumuzda bu ve benzeri şiirlerin esas itibariyle hezl kategorisine giremeyeceğini söyleyebiliriz. Onun için Mevlana’nın bu tür şiirlerine hezl değil “hezlimsi” dememiz daha doğru olacaktır. Çünkü Mesnevi-i Şerif bir şaka, hele hele bir eğlence kitabı asla değildir. Hezl, birini alay konusu etmek, ya da onun ahlaki zaaflarına dikkat çekmek suretiyle halkı güldürmek gibi sanatsal bir mahiyet arz eder. Mevlana’nın kesinlikle böyle bir amacı yoktur. Mevlana’nın şiiri, özellikle Mesnevisi muhataplarıyla bugünkü gibi yazı yoluyla değil “işitsel” olarak irtibat kuruyordu. O dinleyici odaklı şiirler söylediği için Mesnevi’de bu tarz önermelerle karşılaşıyoruz. Mevlana bu popüler yöntemle kendi derin içtimai ve irfani muhtevasını daha rahat ve daha etkili bir biçimde toplumun eğitimsiz kesimlerine de iletebiliyordu. Esasen Mesnevi’nin tasavvufi eserlerin zirvesinde yer almasının başlıca nedenlerinden biri halkın tüm kesimleriyle kurmuş olduğu bu canlı, diri ve dinamik toplumsal ilişkilerdir.


Mevlana aslında Mesnevi’nin birinci cildinde hiçbir açıklamada bulunmadan bu hikâyeye sadece tek bir beyitle göndermede bulunur. Bir önöykü niteliğinde olan bu beytin muhatapları sanki bu öykünün tamamını biliyormuş gibi de kendi hissesini yine bu tek beyte sığdırır:

 

Amut ağacının üzerinde öyle görürsün

İn oradan aşağı da şüphen zail olsun[7]

Mevlana yukarıdaki beyti, Yoksul Bedevi ve Karısı’nın Hikâyesi bölümünde söyler. Bu beyitte armut ağacı bencilliğin, maddi alakaların ve nefsin heva ve heveslerinin bir sembolü olarak yorumlanır. Mevlana müritlerine bu beyit aracılığıyla bencilliği, nefsin heva ve heveslerini terk etmeleri durumunda kendilerine Allah’tan eşi benzeri olmayan manevi yiyecekler sunulacağını kendi tecrübesinden yola çıkarak anlatmaya çalışır. Müritlerin bu hikâyeyi önceden bildikleri konusunda bir şüphemiz yoktur. Mesnevi Şarihi Kerim Zemani; “Hey filan! Armut ağacından in ki doğru dürüst görebilesin.” anlamında bir deyiş bulunduğunu yazar.[8] Dördüncü ciltle birlikte Mevlana’nın müritleri arasına her meslekten ve her milletten eğitim düzeyi yüksek ya da düşük insanlar katılmaya başlayınca Mesnevi’de kullanılan dilin hem seçkinlere hem de halka hitap edecek bir yapıya büründüğünü görüyoruz.

Mevlana’dan önce büyük İslam âlimi İbnü’l Cevzi tarafından kaleme alınan El-Ezkiya (Zekiler) kitabında yukarıdaki hikâyenin bir benzerini okuruz. Burada Mevlana’dan farklı olarak kadın, armut ağacına değil hurma ağacına çıkar ve aptal koca da karısının ve kendisinin gördüğü çarpıklıkların hurma ağacından kaynaklandığını söyler.[9] Doğrusunu söylemek gerekirse ne Mevlana’dan önce ne de sonra bu hikâyede geçen ağacın armut ağacı olduğunu yazan hiçbir Arapça ya da Farsça kaynağa rastlamadık. Yakın tarihli kaynaklarda da armut ağacı yerine dut ağacı ya da zerdali ağacının yazıldığını gördük. Peki, Mevlana bu hikâyede neden hurma ağacı demiyor da armut ağacı diyor? Bu hikâyenin kökeni Doğulu değil de Batılı kaynaklar olabilir mi?

 

Devam edecek…


1Mevlana hakkında birçok eseri bulunan çağdaş düşünürlerden Abdulkerim Soruş, El-Mizan tefsirinin yazarı Allame Tebatebai, Kur’an-ı anlama ve yorumlama üzerine çok sayıda çalışmaları bulunan Muhammed Müçtehid Şebusteri ve 15.ciltlik Mesnevi Şerhi’nin yazarı Allame Muhammed Taki Caferi bu görüştedir.

2“Allâh, bir sivrisineği hattâ onun da üstünde olan(ondan daha zayıf bir varlığ)ı misal vermekten utanmaz. İnananlar onun, Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise: “Allâh, bu misalle ne demek istedi?” derler. (Allâh), onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fâsıkları saptırır.” Bakara suresi 26. ayet, çev.Suleyman Ateş.

3Kimya, Mevlana’da İnsanın maddi varlığını ruhani ve ilahi varlığa dönüştüren bir iksirdir. Kimya Rahman’ın ya da İnsan-ı Kamil’in nefesi, Mürşid’in ya da Veli’nin nazarıdır. Hakk’ın iltifatıdır.

4Yorumumuz Söylem Analizi metodolojisi, Hermeneutik Döngü ve ‘birlikte bir bütün olarak görme’ anlamına gelen Synoptic Yaklaşım temelinde ve konteks (bağlam) göz önünde bulundurularak gerçekleştirilecektir.

5Mesnevi, 4. Cilt, 3544-3558.beyitler.

6Çoğulu hezeliyat gelen bu sözcüğün sözlük anlamı alay, latife, şaka mizah ve beyhude konuşmaktır. Terimsel anlamı ise müstehcen açık saçık, ağza alınmaz, kaba, halka özgü ve çirkin mazmunları içeren şiir ya da düzyazıya verilen addır.

7Mesnevi, 1.cilt, 2373.beyit.

8Zemani, Kerim, Şerh-i Cami’-i Mesnevi-yi Manevi, 4.cilt, s.992.

 

9İbnü’l Cevzi’nin Zekiler kitabını Türkçe’ye çevirten Şule Yayınları söz konusu hikâyeyi müstehcen bulmuş olmalı ki kitabın Türkçe çevirisinden tamamen çıkarmış.

https://www.bizimkose.com/09/12/mesnevideki-mustehcen-hikayelerin-hikmeti-2/

Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya, Mevlana zamanında en az altı kültüre ev sahipliği yapan çok kültürlü ve çoksesli bir şehirdir. Konya’da bir tarafta İslam medeniyeti dairesi içerisinde yer alan Türk, Arap ve İran kültürleri diğer tarafta Hıristiyan Medeniyeti çatısı altında yer alan Yunan, Roma ve Ermeni Kültürleri barış içinde bir arada yan yana yaşarlar.


Çok kültürlü ve çoksesli Konya’da yalnızca Arapça ve Farsça kaynaklar değil, İbranice, Ermenice, Latince, Yunanca ve İtalyanca kaynakların da okunduğu ya da okutulduğu muhakkaktır. Bu dönemde Roma, Çin ve Hindistan’ın yanında Müslüman Araplar ve İranlıların da cinselliğin hakikatini üretmek için bir ars erotica (erotik sanat) yarattıkları görülür. Batı uygarlığında ilk bakışta görülmeyen bir ars erotica olduğunu ifade eden Foucault, söz konusu uygarlığın scientia sexualis (cinsel bilim) uygulamış tek uygarlık olduğunu yazar. Hristiyanlıktaki itiraf kurumunun cinselliğe ilişkin hakikati ifade etmek için bir takım yöntemlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını belirten Foucault, ortaçağdan itibaren Batı toplumlarının itirafı, hakikat üretmesi beklenen ana ritüellerin arasında konumlandırdığını yazar.
[3]Sayıları az olmakla birlikte Konya’daki Musevileri ve Yahudi kültürünü de buna ilave etmemiz gerekir. Bu durum düşünce alış verişi için Mevlana’ya altın fırsatlar sunar. Mevlana’nın, daha sonraları da oğlu Sultan Veled’in şiirlerinde ‘Farsça Arapça’, ‘Farsça Türkçe’ ve ‘Farsça Rumca’ mülemmalar[1]söylemeleri görünürdeki çoksesliliğin şiirlere yansıyan güzel örnekleridir. Ancak bizim kast ettiğimiz çokseslilik Mihail Mihailoviç Bahtin’in edebiyat eleştirisine kazandırdığı anlamıyla çokseslilik kavramıdır. Bu yaklaşıma göre çoksesliliği benimseyen bir yazar, kendi yapıtında katılmadığı ya da karşı olduğu en aykırı duygu ve düşüncelerin, kendilerini çok güçlü bir şekilde savunmalarına izin verir.[2] Mesnevi’de peygamberlere karşı çıkan Sebe Halkı’nın çok güçlü argümanlar ileri sürmesinin nedeni budur. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in Şeytana ilişkin değerlendirmelerine harfiyen katılan Mevlana, yine de Şeytan’ın kendisini çok güçlü bir şekilde savunmasına izin verir.

İtiraf alan rahip, itiraf eden günahkârlar ortaçağda kaleme alınan hikâye ve anlatılarda en çok karşılaştığımız konulardır. Mevlana’dan aşağı yukarı bir asır sonra dünyaya gelen Giovanni Boccaccio (1313-1375) tarafından yazılan Decameron isimli eseri incelediğimizde karakterlerin sürekli itiraflarda bulunduğunu görürüz. Biçimsel yönleriyle ortaçağ temalarına sadık kalsa da bu eserin hümanizmanın tohumlarını içinde barındıran bir kültürün, yani Rönesans değerlerinin habercisi olduğunu söyleyebiliriz. Manzum bir eser olmayan Decameron on gün içinde anlatılan yüz öyküden oluşur. Bu yapıtta bizi ilgilendiren çok önemli başka bir şey daha var: O da Mevlana’nın Boccaccio’dan yüz yıl önce anlattığı “Armut Ağacının Altında Oynaşı ile Sevişen Kadın” hikâyesinin daha uzun bir versiyonuna bu kitapta yer verilmesidir. Bu durum, hem Mevlana’nın hem de Boccaccio’nun yararlandığı en azından on ikinci yüzyılda kaleme alınmış Latince veya İtalyanca başka bir kaynağın varlığına işaret eder. Gerçekten de edebiyat tarihçileri, Boccaccio’nun bu öyküyü XII. yüzyılda yaşamış olan Fransız şair Matthew of Vendôme ‘un La Comoedia Lydiae adlı Latince şiirinden aldığını yazarlar. Boccaccio, bazı ufak sapmalarla bu Latin şiirinin taslağını izler. Söz konusu Latin şiirinin de daha eski bir kaynağa dayandığı muhakkaktır. On günlük bir zaman dilimi anlamına gelen Decameron’un anlatı modeline ilişkin Klasik Batı Edebiyatında bir örnek bulmak mümkün değildir. Arkadaş grubu ya da tesadüfen bir araya gelen insanların sırayla bir birlerine hikâye anlatması üzerine kurulu olan bu tarza daha çok bitip tükenmez vakitleri ve sayısız kervansarayları bulunan Doğu’da kaleme alınan eserlerde rastlarız.[4]

 

Decameron’daki bazı hikâyelerin, Doğulu başkentlere ya da pazarlara giden elçi, tacir ve gezginler kanalıyla Batıya ulaştığını kabul etmek gerekir. Kitapta yer alan diğer hikâyelerin ise Ortaçağ Avrupasının halk arasında yaşayan masallarından, fabliau’[5]larından ve Batı Avrupa’ya ilişkin gerçek hayat kesitlerinden oluşur. Zaten Boccaccio’nun bu hikâye için Mevlana’nın Mesnevisinden ilham alması mümkün değildi. Çünkü “Decameron dünyasının ekseni ne Tanrı’dır ne bilimdir; insanın olanca gücüyle mistisizme karşı çıkma içgüdüsüdür. “Decameron” ortaçağa karşı çıkmakla yetinmez, daha önce benzeri olmayan ince bir alaycılıkla yerden yere vurur bu dönemi.”[6] “Kara Ölüm” olarak bilinen korkunç bir faciayı, yani vebayı tecrübe eden Boccaccio’nun bu faciaya gösterdiği tepkinin bir sonucu olarak yazdığı Decameron, bu şuh ve küframiz eser, günümüzde de çok fazla okuyucusu olan realist ve escapist[7] bir yapıttır.[8]

Mesnevi ve Decameron’daki veya diğer Batılı kaynaklarda yer alan bu hikâyeyi öteki versiyonlarıyla karşılaştırmak, Mevlana’ya ilişkin anlayışımızı yükseltmek, perspektifimizi derinleştirmek ve bakış açılarımızı genişletmek için bize çok önemli imkânlar sunar. Boccaccio’nun Yedinci Gün Dokuzuncu Öykü olarak anlattığı bu mensur hikâyeyi kısaca şöyle özetleyebiliriz. Yanlarında çalışan genç bir uşak olan Pirro’ya gönlünü kaptıran Nicostrato’nun karısı Lidia, onunla sevişebilmek için bir plan yapar. Kocasıyla bahçeye çıktıklarında kadın Pirro’dan armut ağacına çıkıp armut toplamasını ister. Pirro ağaca çıkıp aşağıya armut atarken önceden kararlaştırdıkları gibi birden söylenmeye başar:

“Ne yapıyorsunuz öyle, Messere? Hele siz Madonna, benim önümde böyle şeyler yapmaya utanmıyor musunuz? Kör mü sanıyorsunuz beni? Onca dayalı döşeli odanız var, ne diye gidip odalarınızdan birinde cilveleşmiyorsunuz? Gözlerimin önünde cilveleşmekten daha dürüst bir iş yapmış olursunuz.” Bunun üzerine kadın kocasına dönüp Pirro’nun aklını oynattığını söyler ama Pirro armut ağacının tepesinden aynı şeyleri söylemeyi sürdürür. Bunun üzerine Lidia’nın kocası Nicostrato, uşağı Pirro’ya aşağıya inmesini ve neler gördüğünü yeniden anlatmasını ister. Pirro aynı şeyleri tekrar edince ağacın büyülü olup olmadığını anlamak için bu sefer kendisi ağaca çıkmaya karar verir. Armut ağacına çıkar çıkmaz Pirro ile kadın oynaşmaya başlar. Nicostrato da bunu görünce, bağırmaya başlar:

“Utanmaz karı, ne yapıyorsun öyle? Hele sen, onca güvendiğim Pirro?” Bunları söylerken ağaçtan inmeye başlar. Kadınla Pirro da “Biz yerimizde oturuyoruz” derler ve eski yerlerine otururlar. Nicostrato ağaçtan inip de, onları eski yerlerinde görünce küfür etmeye başlar. Pirro ise şunları söyler:

“Az önce sizin de dediğiniz gibi, armut ağacının üstünde hayal gördüğümü anlıyorum şimdi. Çünkü siz de, olmayan bir şeyi gördünüz. Doğru söylediğimin kanıtı, çok dürüst, çok aklı başında bir kadın olan karınızın, namusunuzu lekelemek istese, bunu gözlerinizin önünde yapmayacak olması. Bana gelince, bırakın önünüzde böyle bir şey yapmayı, aklımdan bile geçirmem, geçirmektense parça parça olmayı yeğlerim. Olmayan şeyleri görmemizin nedeni, armudun büyülü olmasıdır. Sizi karınızla sevişirken görmediğime kimse inandıramazdı beni. Ama siz de beni, aklımın ucundan bile geçmeyen bir şeyi yaparken gördüğünüzü söyleyince, her şeyi anladım.”[9]


Görüldüğü gibi Boccaccio’nun rivayetine göre ağaca kadın değil aşığı Pirro çıkar ve efendisine gördüğü çarpıklığın armut ağacından kaynaklandığını anlatır. Kadın ise armut ağacını kökünden kestirir. Mevlana’nın anlatısıyla örtüşmeyen bazı unsurlar bulunmasına rağmen her iki rivayette de zina fiili ağacın altında gerçekleşir.

İngiliz şiirinin babası Geoffrey Chaucer (1442-1400) tarafından kaleme alınan ve dilimizde hem mensur hem de manzum çevirileri bulunan CanterburyHikayeleri’nde de bu hikayenin başka bir versiyonuna rastlarız.[10] Döneminde “armut ağacı hikâyesi” diye bilinen bu hikâyede Chaucer’ın, Boccaccio’nun etkilerinin yanı sıra Asya kültürlerine özgü “büyülü ağaç” motifini de göz önünde bulundurduğunu görüyoruz. İngilizler tarafından Shakespeare’dan sonra en önemli ve en önde gelen yazar ve şair olarak kabul edilen Chaucer, adı geçen kitabında Tacir’in Hikâyesi adlı bölümde bu anlatıyı manzum olarak uzun uzun kaleme döker. Chaucer’ın hikâyesinde şövalye Ocak’ın uşağı Damian, efendisinin karısı Mayıs’a aşk ilan eder ve karısı da bu aşka karşılık verir. Bir araya gelmek için de şövalyenin duvarlarla kapatılmış has bahçesindeki armut ağacı seçilir. Mayıs’ın aşığını bu bahçedeki bir armut ağacının arasına gizlediğini yazan Chaucer, bizim için önemli olan bölümü şöyle anlatır:

“Göz kamaştıran körpe Mayıs birden

İçim nasıl kazınıyor efendim bir bilsen,

Demiş, ah efendim öleceğim yoksa

Şu armutlardan birini yiyeyim de olsun ne olacaksa.”

Mayıs kocasının yardımıyla ağaca çıkınca da şunları okuruz:

“Elini çabuk tutmuş, kim tutar Damian’ı?

Yarmış geçmiş var gücüyle sıyırıverip fistanı

Mayıs’ın böyle utanç verici bir şekilde kucağa

Oturduğunu görünce Ploto gözlerini geri vermiş Ocak’a.”

Yeniden gözlerine kavuşan koca gördükleri karşısında bağırır:

“İmdat! Yetişin, bakın şu işe

Ne haltlar karıştırıyorsun orada? Seni fahişe!

‘Ne oluyor efendim’ demiş kadın, derdin nedir?

Sabırlı ol hele biraz, düşünsene bir,

Yeniden görmeni sağlayan benim.

Allah canımı alsın varsa yalanım.

Boğuşmam olduğunu dediler en iyi ilacın,

Bir erkekle tepesinde bir ağacın.

Tanrı şahit, niyetim yalnızca sana yardım

Etmekti. Ne boğuşması? Resmen girdiğini gördüm.”[11]


Milton ve Shakespeare ile birlikte İngiliz edebiyatının üç devinden biri olan ve İngiltere’nin Dantesi olarak kabul edilen Chauser, çok uzun olan bu manzumede, yaşlı koca ile genç karısı arasındaki yaş farkından kaynaklanan kaçınılmaz çatışmayı anlatır. Bu hikâyede kadınların ne kadar şirret ve kurnaz olabileceklerini kendine has yorumuyla ortaya koymaya çalışır.

Görüldüğü gibi Chaucer, hiç bahsetmese de kitabına model olarak aldığı eser, gelişmekte olan Floransa burjuvazisinin, işleri nedeniyle sık sık ülke dışına çıkan kocalarının dönüşünü beklemekle ömür tüketen kadınları için yazılan Decamerondur. Chauser , Boccaccio’dan hikayelerin gerçek olması ya da hakikati resmetmesi gerekmediği anlayışını alır; bilakis hikayeler onun için ‘yeni şeylerdi’ yeniliklerdi. Boccaccio’nun tasarımının tamamen revizyona uğratıldığı bu iki hikâye yan yana okunduklarında, aralarındaki benzerliklerin görece olarak az olduğu fark edilecektir fakat Chaucer’ın olgun hikâye anlatım şekli, ismini anmadığı Boccaccio’nun aracılığı olmadan gerçekleşemezdi.[12]

Canterbury Hikâyeleri hakkında bilmemiz gereken bir başka önemli husus, kitapta yer alan müstehcen hikâyelerin hacca giden hacı adayları tarafından anlatıldıkları gerçeğidir. Batılı edebiyat eleştirmenlerinin Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikayeleri’de hacıların ağzıyla edebe ve ahlaka mugayir hikâyeler anlatmak suretiyle dini vecibenin kutsiyetine halel getirdiğini yazdıklarına ben hiç tanık olmadım. Hal böyleyken Mevlana’nın bütün çağların mistiği olduğunu yazan ve onun Mesnevisini İngilizceye çevirerek şerh eden Reynold Alleyne Nicholson, çevirisinde Mevlana’nın bu ve benzeri hikâyelerindeki “kaba beyitleri” Latinceye çevirmesi bize çok ilginç geldi. En iyimser tahminle Nicholson’ın bu örtülü sansürü Viktorya Dönemi’nin bir gereği olarak yaptığını düşünsek dahi Latince bilmeyen İngiliz okurların bu hikâyelerden mahrum bırakıldığını söylemek zorundayız. Nicholson’ın zamanında Chaucer’ın eserlerindeki kaba dizeler hakkında neler düşündüğünü de okumak isterdik.

Yazının bundan sonraki bölümünde İtalyan, Fransız ve İngiliz edebiyatlarında “armut ağacı” olarak ünlenen bu hikâyeyi, Mevlana’nın hangi amaçlar için kullandığını ve ondan ne tür anlamlar damıttığını yorumlayarak ortaya koymaya çalışacağız. Başka bir deyişle hiçbir irfani değer taşımadığı ve Mesnevi metninin mistik akışını kesintiye uğrattığı izlenimini veren bu hikâyenin, Boccaccio ve Chauser’ın aksine Mevlana’nın elinde nasıl bir manevi gösterene dönüştüğünü anlamaya çalışacağız.

[1] Mülemma sözlük anlamı aydınlanmış, parlamış; rengârenk ve muhtelif renklere sahip olan kumaş demektir. Şiir dilinde ise bir beyti oluşturan iki dizenin farklı dillerde olması anlamına gelir. Divan-ı Kebir’deki gazellerde bazı beyitlerin ilk dizesi Farsça ikinci dizesi Arapça veya Türkçe ya da Rumca olan beyitlerle karşılaşıyoruz. Ancak Mevlana, klasik gazel anlayışının her alanında yeniliklere imza attığı gibi mülemma şiirlerinde de alışkanlıkları kırar ve bazen beyitleri oluşturan tek bir dizenin içine iki dil sığdırır.

[2] Mesnevi çoksesli bir eserdir. Hem İranlıların hem de Türklerin kahir ekseriyetinin Mesnevi’yi anlamakta büyük güçlüklerle karşılaşmalarının en büyük nedenlerinden biri bu gerçeğin farkında olmamalarıdır. Bu konudaki düşüncelerimizi ve tam olarak ne demek istediğimizi müstakil bir başlık altında daha geniş olarak kaleme almayı düşünüyoruz.

[3] Foucault, M. Cinselliğin Tarihi, s.48-49.

[4] Bu satırların yazarı 20 yıl önce Sekiz Cennet isimli bir diziyi çevirip bir kanalda yayınlamıştı. Söz konusu diziyi seyredenler orada Hacca giden hacı adaylarının bir kervansaraya vardıklarında sırayla bir hikâye anlattıklarını hatırlayacaklardır. Sekiz bölümden oluşan bu dizinin her bölümünde bir hacı adayı tarafından anlatılan hikâye film olarak ekrana gelir.

[5] Bunlar güldürülü küçük manzum hikâyelerdir. Ortalama olarak 300-400 sekiz heceli mısradan kurulurlar. Fabliau’larda herkese ve her şeye alaylı bir dille hücum edilir: Kadınlara, erkeklere, Kiliseye, papazlara ve asillere.

[6] Boccoccio, G. Decameron, (çev. Rekin Teksoy) s.11.

[7] Kaçış edebiyatı için kullanılan bir kavramdır. Decameron vebadan kaçan bir grup insanın bir birlerine anlattıkları hikâyelerden oluşur.

[8] Highet, Gilbert. The Classical Tradition, Greek and Roman Influences on Western Literature, s.89.

[9] Boccaccio, G. Decameron, (çev. Rekin Teksoy), s.596-706. Tırnak içindeki alıntıların tamamı bu kaynaktandır.

[10] Aşığının isteği üzerine aptal kocasının karşısında bir ağacın altında ya da üstünde sevişen kadın hikâyesine Binbir Gece Masalları, Kırk Vezir Hikâyeleri ve Bazı Hint kaynaklarında rastlamak mümkündür. Mevlana Mesnevi’sinde ‘armut ağacı imgesi’ni kullandığı için biz de yalnızca bu ortak imgeyi kullanan Batılı yazarların rivayetlerine bu yazıda yer verdik. Söz konusu hikâyenin kökeni hakkında ise kesin bir yargıya varamadık.

[11] Chaucer, Geoffrey. Canterbury Hikâyeleri, (çev. Nazmi Ağıl), s.463-464.

 

[12] Bloom, Harold. Batı Kanonu, ( çev. Çiğdem Pala Mull), s.106.

 

MEVLANA VE BEYİTLER

https://www.sabah.com.tr/aktuel/2012/11/21/mesnevinin-ilk-18-beytinin-arkasindaki-sir-aydinlaniyor

Tasavvuf araştırmacısı-yazar Fatih Çıtlak, Mevlana’nın 
’sinin özeti olan ilk 18 beyti, derin manalarını ve açıklamalarıyla kaleme aldı.

"Bişnev inney çün şikâyet mî küned/Ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned." Yani; "Şu neyin nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların destanı, hikâyesidir" diyerek başlar Mesnevi. "Hz. Mevlana 2 bin küsur beyitlik eserini neden bu beyitlerle başlatır? İlk 18 beyit neden önemlidir? Bu beyitler neler anlatmaktadır?" gibi soruları merak ettik ve açıklamasını okuyucusuyla yeni buluşan "18 Beyit Dinle-Mesnevî'nin İlk 18 Beytinin Şerhiyle Sesleniş" kitabının yazarı Fatih Çıtlak'a sorduk. Pendik Yunus Emre Kültür Merkezi'ndeki Mesnevî sohbetleri, Cumhuriyet tarihindeki katılımı en çok ve en uzun süreli kültürel faaliyet olarak kaydedilen Çıtlak tasavvufu yaşayan insanların dünya hayatının dibini bulacağı yani tadına en fazla varacağı, dünyadaki bütün güzelliklerin farkına varmaya başlayacağı görüşünde.

Mesnevi içinde ilk 18 beytin nasıl bir önemi var
Mesnevi 20 bin küsur beyit ihtiva eder. İlk 18 beyti bizzat Mevlana Hazretleri kaleme almıştır. Diğer beyitler Hüsamettin Çelebi'ye Hz. Mevlana'nın dikte ettirdikleridir. Hüsamettin Çelebi, Mevlana Hazretleri'ne söylediklerinin kaybolmaması için kaleme almak istediğini söyler. O da sarığının kenarından kâğıt çıkarır ve "Senin gönlüne düşen bizim de gönlümüze düşmüştür" der. Mesnevi'nin özünün bu 18 beyitte olduğu yönünde işaretler vardır.

Bunun hikmeti nedir
Mevlevi büyükleri ebcet hesabına göre 18'in "Hay" esmasına karşılık geldiğini söylerler. Aynı zamanda 18 bin aleme işaret eder. Belki bugünün insanı buna inanmayabilir ancak rüya yoluyla Hz. Mevlana'yla görüştüğünü belirten ve Mevlana Hazretleri'nin "Şu beyitte şuna işaret ettim" dediğini ifade eden insanlar vardır.

Rüya yoluyla gelen bilginin doğruluğuna nasıl güvenilebilir
Rüya tasavvufun ve İslam'ın içinde olan bir şeydir. Hz. Adem'in tövbesinin kabul oluşundan ve Hz. Havva ile buluşmasına, Hz. İbrahim'e, İsmail'e, Nuh ve Yusuf peygamberlere baktığımızda rüya ilmi görürüz. Bu rüya ruhun saflaştıktan sonra gördüğü rüyadır. Hz. Mevlana "Fil olursan Hindistan'ı görürsün" diyerek herkesin rüyasının saf olmayacağını söyler. İnsandaki ruhi bilgi rüya ile alınır. Peygamber Efendimiz "Nübüvvet gidici mübeşşirat (hayırlı alamet) kalıcıdır" demiştir. Sahabe mübeşşiratı sorunca, "Salih rüyadır" der. Tasavvufta Pir ölümünün üzerinden 300 sene geçse de mensuplarına öğretmeye devam eder, etmese zaten Pir denmez.

18 beyit neden 'ney'in ağzından konuşur
Ney musiki enstrümanları içinde insan sesine en yakın olanıdır. O medeniyette kâmil insan denildiğinde Ney akla gelir. Ney'in kamışlıktan koparılıp gelmesi, bir müddet bekletilmesi, sararıp solması, içinin dağlanarak boşaltılması gibi hususiyetler tasavvufta insanın ruhlar aleminden dünyaya gönderilmesini ve nefsiyle mücadeleden sonra ruhunu özgür bırakmasına tekabül eder. Ney çilelerle olgun ve ehil olan insanın ağzına temas eder. Çıkan ses ne ney'in ne de neyzenin sesidir. Sadece "Hu" sesi çıkar. Bu da Allah'ın bütün isimlerini içine alır.

Ney'in hikâyesiyle ilgili İslam'da başka referanslar var mı
Hz. Peygamber'in Miraç'tan döndükten sonra bazı sırları Hz. Ali'ye aktardığı ve kimseye anlatmaması istediği anlatılır. Hz. Ali bunu insanlara anlatmaz ancak kör kuyuya gidip anlatır. Kuyudan sular yükselir ve sazlık olur. Burada yetişen sazları kesen çobanlar kesip kaval yapar. Çıkan sesi duyanlar "Miracın sırrını ifşa ettin ya Ali" derler.

"Aşksız din yaşanmaz"
Tasavvufta kadın ve erkek ayrımının olmadığı doğru mu
İslam'da kadın ve erkek ayrımı yoktur. Kadının kötü olduğu anlayışı Mitraizm'den gelmektedir. O nedenle bebeğin vaftiz edilmesi gerekir. Bizde kadın da çocuk da masumdur. Cennet annelerin ayağı altındadır. Kadın Allah'ın "Rahim" isminin mazharıdır. İbadetlerde ve bazı ritüellerde kadın erkek arasındaki ayrım ayrıştırmak için değil birleştirmek içindir. Bilgilerinizi konularına göre dosyalamanız onları ayırmak için değil anlamlı bir bütün oluşturmak içindir. Bir kişi erkek ya da kadın olduğu için üstün değildir. Hatta İslam'a göre erkek zokayı yutmuştur. Bir anne çocuğunu emzirmek zorunda değildir, erkeğin yemeğini ev işini yapmak zorunda değildir. Bugün İslam'ın bilinmemesinden kaynaklanan bir sıkıntı var.

Bugün toplum hayatında kadınlar üzerinden toplumu ıslah çağrılarına ne dersiniz
Tam tersine erkek iyileşmeden kadın iyileşmez. Bir erkek evlendikten sonra gizli bütün sapkınlıkları ve iyilikleri kadın üzerinde tezahür eder. Kadının da çocuğu üzerinden. Bir erkek kadın yüzünden itikadında bir bozukluk olduğunu düşünüyorsa onun inancında bozukluk var demektir. Kadın bizim ne kadar er olduğumuzu göstermek için tutulmuş bir aynadır. Türkiye'de kadınlar ilmi çalışmalarda ve ruh terbiyesinde erkekleri geçmiştir. Yöneticiler erkek olduğuna göre faturayı kadınlara kesmenin alemi yoktur Aşksız din yaşanmaz…

"Denizinin suyuna balıktan gayrı herkes kandı. İçip içip kanamayanlar varken, sudan haberi olmayanlara ne demeli?" beytini nasıl okumalıyız
İki balık aralarında "Deniz diye çok güzel bir yer varmış" diye konuşuyorlarmış. Sonra yaşlı balığa sormaya karar vermişler ve sormuşlar. Yaşlı balıkta bu soruya hayret ederek "Denizden başka bir şey yok ki" demiş. Tasavvufun aşkını bulan kişi tabiri caizse dünya hayatının dibini bulur. Dünyadaki en mutlu insanlar inançlı insanlardır. Dünyadaki bütün güzelliklerin farkındadır. İmam-ı Gazali "Alim denize benzer, ilimden ona ne kadar akarsa aksın doymaz" der.

Dünyadaki bazı kadim geleneklerle İslami bilgilerin benzeşmesini nasıl yorumluyorsunuz
İlk insan Hazreti Adem, ilk dinİslam'dır. Putperestlik gönderilen dinin bozulmasından müteşekkildir. Bugün Buda'nın peygamber olduğunu söyleyenler var. Bir Budist tapınağında İslami ritüellere benzeyen şeyler görmek saçma değildir çünkü evvelinde İslam vardır. İslam'dan önce dinler insanların gayretine bırakıldığı için bir bozulma olmuştur. Şimdi ise İslam Allah'ın korumasında olduğu için Kur'an'dan bir harf bile değişmemiştir.

Tasavvuf romantik bir yol mudur 
Sen dışarıdan bakınca semazenleri görürsün ama öbür taraftan konuşmadan anlaşan insanlardır. Sen dışarıdan baktığında 40 dervişin kavga dövüş olmadan bir kilimde yattığını görürsün. Bunun altında büyük emekler var. Kadın öldüm demeden çocuk doğmaz. Tasavvuf realisttir. Tasavvufta yaşadığın sevginin gerçek olması için acının da gerçek olması gerekir. İnsan gerçeğin peşine düşerse ona hiçbir şeyden korkmayacağı aşk verilir. Bir insan, çocuğunun sevgisiyle korktuğu şey karşısında aslana dönüşebilir.

Bu zor bir yol değil mi
Balığın denizde keyfe keder yaşaması mı yoksa deniz dışında su damlatılarak yaşatılması mı daha kolay. Ne olursa olsun denize dalmak gerekir. Biz yerde yaşıyor olabiliriz ama bir güç bizi göğe çekiyor. İnsan yerde kalırsa yabanileşiyor. Pir'in tabiriyle sen önce kendi kanadını çırpmaya başlarsan Allah sana gaipten başka kanatlar veriyor. Bunlar edebiyat değildir. "Şeytanın Avukatı" filminde Al Pacino insanın egosundan katedraller inşa ettirip içinde tapındığını söyler.


MESNEVİ'NİN İLK 18 BEYTİ
>> Dinle, bu ney neler hikayet eder, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.
>> Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.
>> İştiyak derdini şerhedebilmem için, ayrılık acılarıyla şerha şerha olmuş bir kalp isterim.
>> Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.
>> Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâl (kötü huylu) olanlarla da, hoşhâl (iyi huylu) olanlarla da düşüp kalktım.
>> Herkes kendi anlayışına göre benim yarim oldu. İçimdeki esrarı araştırmadı.
>> Benim sırrım feryadımdan uzak değildir. Lakin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.
>> Beden ruhtan, ruh bedenden gizli değildir. Lakin herkesin ruhu görmesine ruhsat yoktur.
>> Şu neyin sesi ateştir; hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa, o kimse yok olsun.
>> Neydeki ateş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir.
>> Ney, yarinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri, bizim nurani ve zulmani perdelerimizi -yani, vuslata mani olan perdelerimizi- yırtmıştır.
>> Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem demsaz, hem müştak bir şeyi kim görmüştür
>> Ney, kanlı bir yoldan bahseder, Mecnunane aşkları hikâye eder.
>> Dile kulaktan başka müşteri olmadığı gibi, maneviyatı idrak etmeye de bîhûş olandan başka mahrem yoktur
>> Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrumiyetten ve ayrılıktan hâsıl olan ateşlerle arkadaş oldu –yani, ateşlerle, yanmalarla geçti.
>> Günler geçip gittiyse varsın geçsin. Ey pak ve mübarek olan insan-ı kâmil; hemen sen var ol!..
>> Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasipsiz olanın da rızkı gecikti.
>> Ham ervah olanlar, pişkin ve yetişkin zevatın halinden anlamazlar. O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.







Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol